27 Mart 2024 Çarşamba

YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER






 

Sabah erken yürürken kıyıda
Deniz masmavi, hafif dalgalı
Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca
Güneş ısıtırken yeryüzünü
Hafiften bir rüzgar eşlik ediyor ona
Baktım yeşillikler içinde üç gelincik
Sıralanmışlar üçüz kardeşler gibi yan yana
Öyle ince, hafif ki yaprakları
Sanki uçtu uçacak esen tatlı rüzgârda
Çektim hemen bu güzelliğin fotoğrafını
Yazmamak olur mu onlara karşı duygularımı
Böyle dört mevsimi ayrı güzel başka ülke var mı yer yüzünde
Biraz gidince gördüm
Yine gelincikler, bu kez çok sayıda
Yine yeşil otlar üzerinde
Denizi, güneşi, ormanı, havası, toprağı, suyu
Bunca güzellik bir yana
Her yanı tarih, her yanı bereket dolu
Birden iki kuş belirdi karşımda
Kilit taşlarla döşenmiş yolda
Serçeyi, güvercini, kargayı, martıyı, kırlangıcı bilirim ama
Bilemedim ne kuşuydu bunlar
Kaçmadılar benden, fotoğraflarını çektim
"Bunların güzelliğini de katayım." dedim yazıma
Birkaç gün önce de güneşin batışını çekmiştim
Altınkum kıyısında
Biraz sonra batıp gitse de
Yarın sabah yine doğacak hayat veren ışığı, sıcaklığıyla
İşte yazarken doğanın bu güzelliklerini
Birden karamsarlık kaplıyor düşüncelerimi
Bir seçim daha gelirken
Sokaklarda kulak tırmalayan şarkılar, çığırtkanlar
Sanki bir yararı varmış gibi rezilce propagandalar
Gürültü kirliliği, ses kirliliği, afiş yığını
Bilmem ki yalanlarla, bunlarla mı kandıracaklar halkı
Size "Şimdiye dek neredeydiniz?" diye bağırmak geliyor içimden
Bol keseden atanlar
Evet, gelincikler güzel, deniz güzel, güneşin batışı hepsinden güzel
Oysa ülkemin aldığı yol hiç de güzel değil
İnsanımız o gelincikler gibi kardeş olmalı
Gelecek günlerde
Aydınlık, güzellik ülkemin üzerine
Sabah güneşi gibi doğmalı
.....................................................
Numan Kurt
27 Mart 2024

21 Şubat 2024 Çarşamba

RADYOLARIMIZ VARDI BAŞ KÖŞEDE PİLLİ BATARYALI




 

"Eski, tahta bir radyoda
Temsil dinlenen zamanlar geliyor gözümün önüne
'Arkası yarın' diyor içli bir ses
Ve dağılıyor tüm ruhum
Çocukluğum firar ediyor arka sokaklarda"
Gülgün Özel
"Dün bir şarkı çıktı radyoda
Yarısına ben eşlik ettim, yarısına gözlerim
Söylemek çok acıtıyor; ama ben seni çok özledim"
Sunay Akın
***
Baktım
Bir zamanlar odaların baş köşesindeki radyonun şu fotoğrafına
Zaman tünelinden yolculuk ettim çocukluğuma
"Yurttan Sesler" "Çocuk Saati" "Mikrofonda Tiyatro"
"Hacivat-Karagöz" ve de "Arkası Yarın"
Daha neler neler
Sıraya girdiler, hücum ettiler aklıma
Yüz elli hanelik köyümde
Üç beş evde vardı bu pilli bataryalı radyolardan
Babam köydeki kooperatifte memur ya
Biri de bizim evde
Hem de bulunduğu odanın baş köşesinde
Öyle her aklına gelen, olur olmaz zamanda açamazdı düğmesini
Nerede bulunacaktı, ya biterse bataryası pili
Babalar dinlerken "ajans" denilen haberleri
Hiç unutmam
Merakla beklerdim
Her cumartesi saat on yedide yayınlanan "Çocuk Saati"ni
Kış ya da yaz günlerinde
Gaz lambasıyla aydınlanan evlerde
Akşamın bizim için geç saatlerinde yarı uykulu
Dinlerdim o tok sesli adamın anonsuyla
"Mikrofonda Tiyatro"yu
Dinlemeye gelirlerdi köyün gençleri bizim eve
Halit Kıvanç'ın sesinden
Galatasaray-Fenerbahçe maçlarını
O zamanlar çocuk aklım ermezdi ama
Şimdi düşündükçe tuhaf gelir bana
Neden isim isim saydırırlardı devleti yönetenler
"Vatan Cephesi"ne kaydolanları
Aklımızın ermediği sözler de duyardık o zamanlar
Derlerdi ki: "Adamlar da görünecekmiş bunların içinde"
Yıllar geçti, anladık ne demek olduğunu bu sözün
Televizyon denen bir kutu varmış içinde insanların göründüğü
Dünyanın uzak, gelişmiş ülkelerinde
Komik yaşanmışlıklar da anlatılırdı
Köyün dünyaya açılan tek gözü radyo günlerinde
Güzel bir türkü çalınıyormuş radyoda sabahın seherinde
Tarlaya gidecekmiş Solak Ali emminin karısı Fadime
Demiş ki evdekilere
"Şimdi kapatalım da açar dinleriz bu türküyü gelince eve"
Nereden nereye
Bugün metroyla eve dönerken Kızılay'dan
Baktım genç yaşlı, sıra sıra oturanlara
Hepsinin elinde bir telefon
Niye olmasın ki radyosu, televizyonu, bilgisayarı, tüm dünya
Bu küçük kutunun içinde
Bunları görse ne derdi ki bizim Fadime teyze
Türkülerde üç kız kardeşi
Nezahat Bayram, Necla Erol, Ülkü Beşgül'ü
Ayrıca, Aliye Akkılıç, Hacer Buluş, Muazzez Türüng'ü
Neriman Altındağ Tüfekçi, Yıldız Ayhan'ı
Ahmet Sezgin, Nida Tüfekçi, Nurettin Çamlıdağ'ı
Selahattin Erorhan ve Osman Türen'i
Şarkılarda pek çok sanatçıyı
En çok da Zeki Müren'i
Dinledim o pilli bataryalı radyolarda
Unutmadım onları, çoğu şimdiki gibi aklımda
Öyle gelişti ki bilim ve teknik
Bunları yazarken bile kolaylık sağlıyor bana
Aklım, fikrim her zaman bilimden yana
Yine de özlem duyuyorum
Yoksunlukları çok olsa da o yılların
Türküleri bana sevdiren, halkımın sesi
O çocukluk günlerimdeki pilli bataryalı radyoya
"Bir ağacı oymuşlar,
İçine dünyayı koymuşlar"
Böyle bilmeceler sorardık birbirimize
O büyülü kutular dünyaya açılan pencereydi hepimize
...................................
Numan Kurt
21 Ocak 2024

5 Şubat 2024 Pazartesi

TARİFSİZ ACILAR İÇİNDE




 

"Günler ağır
Günler ölüm haberleriyle geliyor
En güzel dünyaları yaktık ellerimizle"
N. Hikmet
***
“Anlatamıyorum...” demişti Orhan Veli
“Bir yer var, biliyorum
Her şeyi söylemek mümkün
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum
Anlatamıyorum”
Güzel ülkemin yok olan kentlerini
Kahramanmaraş'ı, Malatya'yı, Adıyaman'ı, Adana'yı
Topraklarımıza sonradan kattığımız
Ama şimdi haritadan silinen Hatay'ı
Osmaniye, Gaziantep, İskenderun, Şanlıurfa, Diyarbakır'ı
Hepsi bir yana
Toprak altında kalan binlerce canı
Ölümü, acıyı, öfkeyi
Görüyorum, duyuyorum; ama anlatamıyorum
Enkazdan çıkarılan gül yüzlü çocuk
“Annem,” diyor, “annem nerede?”
Toz toprak içinde aç susuz genç kız
Çıkar çıkmaz bağırıyor gün ışığına
“Bırakın beni, ben de katılayım ailemi kurtarma çabalarınıza”
Bir baba
Yanında kızı, tabut içinde
İnanmıyor kızının gittiğine
Eli onun soğumuş ellerinde
Ve yıllarca kalesini koruyan bir güzel adam
Ağlıyor, yalvarıyor
“Ne olur yetişin, yardım edin!” diye diye
Enkazdan çıkan ele sevgiyle patisini uzatan köpek
Keşke senin kadar merhametli olsaydı
Bu binaların yapımına izin verenler
Umarım hesap verir
O utanmaz, vicdansız ve de hırsız müteahhitler, denetmenler
Şairin dediği gibi günler ağır
Altından kalkılacak, yüreğe gömülecek bir acı değil bu
Yuttu onları evler, kocaman devler gecenin karanlığında
Ve onlar güzel rüyalar görürken uykuda
Gül yüzlü çocuklar, gençler, analar babalar, her şey gitti
Sonsuza dek dinmez bir acı bu topraklarda
Türkü söylüyor yanık sesli bir kadın
“Maraş'tan bir haber geldi
Dediler ki Merik öldü
Keşke Merik ölmeseydi
Kesileydi elim kolum”
Ne Merikler ne Mehmetler gitti
Mezar oldu aymazlığın yapıları onlara
Dinlerken bu türküyü ekranda
Söz dinletemedim göz yaşlarıma
Çaresizim, elimden bir şey gelmiyor
Neler neler söylemek istiyorum ama
Dökemiyorum, anlatamıyorum duygularımı
Ak kağıda
......................................
Numan Kurt
5 Şubat 2024

30 Ocak 2024 Salı

"ÖYKÜ" ON YEDİ YAŞINDA

 


(Öykü, çok saygı duyduğum rahmetli öğretmen Zafer Doğan'ın torunu, Hakan ve Saadet Doğan'ın prematüre doğan kızlarıdır. Bu yazıyı paylaşım izni verdikleri için teşekkür ederim.)
***

Gerçek yaşanmışlık öyküsüdür bu
Anne anlattı ben yazdım
Hayat her zaman güllük gülistanlık değildir
Bazen güneş açar, bazen gökyüzünü sarar kara bulutlar
Öykü'nün acılarını ancak yaşayanlar anlar
***
Eşim, ben ve sevgili oğlumla birlikte üç kişilik mutlu bir aileydik. Oğlum altı yaşına geldiğinde bir gün şöyle dedi:
-Anne, baba benim neden bir kardeşim yok?
-Bak oğlum ne güzel, her şeyimiz senin için, daha ne istersin?
-Olur mu, bütün arkadaşlarımın kardeşi var, ben de bir kardeş istiyorum.
O günün koşullarında, hayatın binbir zorluğunda eşim de ben de ikinci bir çocuk yapmaya sıcak bakmıyorduk. Eşimin görevi nedeniyle yaşadığımız kentte bütün arkadaşlarının kardeşi olduğunu öğrenen oğlum bu isteğini sürekli dile getiriyordu.
Zaman aktı geçti. İki yıl sonra oğlumuza “Sana bir kardeş geliyor.” dedik. Çok sevindi. Gelen kardeşin kız olduğunu duyunca da daha mutlu oldu, sevinci katlandı. Sevinen yalnız o mu? Eşim, ben ve ikimizin de aileleri bu sevince katıldık. Ailelerimizin ilk kez bir kız torunu olacaktı.
Her şey yolunda gidiyordu. Hamileliğimde bir sıkıntı yoktu. Eşim, kızımızın, bulunduğumuz kentte değil Ankara'da oğlumuzun da doğduğu hastahanede dünyaya gelmesini istiyordu. Doğuma iki ay kala o hastahaneye kontrol için gittik. Doktorumuz “Hiç sorun yok, her şey yolunda.” deyince rahatladık, sevindik.
Aradan çok süre geçmeden, iki gün sonra ben rahatsızlandım. Hemen doktorumuzla iletişime geçtik. İki gün önce her şey yolunda giderken birden ne oldu bilemedik, biz de telaşlandık. Hastahaneye geldik, kontroller yapıldıktan sonra doktor:
-Ayakta fazla kalmayacaksın. Yorucu işler yapmayacaksın. Olağan dışı bir durum olduğunda hemen hastahaneye geleceksin.
-Birden ne oldu? İki gün önce “Her şey yolunda.” demiştiniz.
-Telaşlanmayın, sizi kontrol altında tutacağız, dediklerimi yapın.
Ankara'da yaşamadığımız için babaannemlerde kalıyordum. Bana hiç iş yaptırmıyorlar, her isteğimi yerine getiriyorlardı. Böyle günlerde yakınlarınızın olması, sizinle de ilgilenmeleri mutlu ediyordu insanı.
Çok sürmedi, ne olduğunu anlamadan yine iki gün sonra sancılarım başladı. Son kontrol yapıldı, doğumun hemen gerçekleşmesi gerektiğini, yoksa sıkıntılar olabileceğini söyledi doktorumuz. Oysa doğum zamanına daha iki ay vardı.Üzgündük; ama duruma göre yapılacak bir şey yoktu.
Doğum gerçekleşti. 1350 gram pramatüre kızımız dünyaya gözlerini açtı. Hemen küvöze aldılar. Aman Allah'ım, küvözün içinde minicik bir şey.
Zor günler başlıyordu bizim için. “Kızım yaşayacak mıydı? Yaşarsa sağlıklı olacak mıydı?” Kafamızda değişik, endişe veren sorular...
Bu arada, kardeş isteyen oğlumuz durur mu? Tutturdu, “Kardeşimi görmek istiyorum!” diye. Bir süre beklemesi gerektiğine sonunda razı ettik; ama bizim için de zor oldu.
Doğumdan birkaç gün sonra ben taburcu oldum. Kızımın daha bir süre kalması, tedavi görmesi gerekiyordu. Sürekli hastahaneye gidiyor, ona dokunmadan, onu koklayamadan bir pencere arkasından seyrediyor, bir an önce iyileşmesi, normale dönmesi için dua ediyorduk.
Bir kızı olacağını duyunca mutluluktan havaya uçan; ama kızımız normal süresinden önce pramatüre doğunca da endişelenip üzülen eşim, kızımıza “Öykü” adını verdi. Evet adı Öykü oldu, zaten doğumu ve yaşadıklarımız da adına uygun ayrı bir öyküydü.
Doğumdan iki ay sonra ben yine babaannemlerde kalırken hastahaneden telefon ettiler. “Gelin, taburcu işlemlerini gerçekleştireceksiniz, kızınız taburcu oluyor.” dediler. Çok sevindik, hele oğlumun sevincine diyecek yoktu.
Taburcu işlemlerini yaptırırken bir hemşire elinde kızıma yapılan son tahlillerin sonuçlarıyla geldi. Doktor kağıtlara bakınca yüzünün ifadesinden anladım ki ters giden bir şeyler var.
-Aman doktor bey, bir aksilik mi var?
-Evet, üzgünüm. Bebeği bugün taburcu edemeyeceğiz.
-Neden?
-Kızınızın kanında enfeksiyon var. O nedenle hastahanemizde kalması gerekiyor.
-Sevincimiz yarım kaldı doktor bey. Eşim görev yeri Yozgat'a döndü. Oğlum merakla kardeşini bekliyor. Ben şimdi bu durumu onlara nasıl açıklayacağım? Ne desem anlatamam.
-Başka çare yok tedaviye devam edeceğiz.
Şaşkınlık, üzüntü içindeydim. Ben “Kızım taburcu olacak, zaman ilerledikçe daha da sağlıklı olacak.” derken beklemediğim bir durumla karşılaşmıştım. Eve geldiğim de Öykü'yü yanımda göremeyen yakınlarım çok üzüldüler. Oğlum Arda uzun süre ağladı.
Yeni durumu anlatınca eşim izin alarak Ankara'ya tekrar geldi. Öykü'müzü de Dışkapı Eğitim Araştırma Hastahanesi'ne sevk ettiler. Orada gerekli kontrollerden sonra doktorlar, kızımın bağırsağında delik olduğunu, vücudunda enfeksiyon bulunduğunu, bu nedenlerle de vücudun kan üretmediğini söylediler. Durumu sürekli kötüye gidiyordu. Her gün kan verilse de vücut kan üretmediği için cerrahi operasyon da yapılamıyordu.
Hepsine minnet, saygı duyduğumuz doktorlar: “Elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Şimdi makineye bağlı. Üç defa kalbi durdu, yeniden çalıştırdık. Çocuk, bu süreci atlatsa bile ne gibi sonuçlarla karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Yürüyemeyebilir, konuşamayabilir. Her sonuca kendinizi hazırlayın.” dediler.
Eşim Hakan ve ben, kızımızı cihaza bağlı görünce bu açıklamalardan sonra iyice yıkıldık. Doktorlar ise “Bakın, oğlunuz var. Onunla daha çok ilgilenin. Bizim daha fazla yapabileceğimiz bir şey yok.” diyerek bizi avutmaya çalıştılar.
Okulların açılma zamanı gelince Hakan ve oğlum Arda, akılları Ankara'da kalsa da zorunlu olarak Yozgat'a döndüler.
Hastahaneye bir gidişimde Öykü'nün yine fenalaştığını, karnına diren takılarak vücuttaki pisliğin dışarı atıldığını anlattılar Çocuk Cerrahi Bölümü doktorları.
Atalar “Kara gün kararıp kalmaz.” demişler. Bizim de bu kara günlerimiz Öykü'nün artık iyileşmeye başladığı haberini alınca aydınlandı. Dört ay sonra beslenmeye geçince de onu eve çıkardık. Kızımızı ilk defa öptük, kokladık, ağladık. Elbette mutluluk gözyaşlarıydı bunlar.
İlk zamanlar odasına yalnız ben giriyordum. Altı ay içinde Öykü kilo aldı. Bulunduğumuz ortama katıldı. Katıldı; ama verdiğimiz nesnelere hep sağ elini uzatıyordu. Sol elinde bir şey mi vardı?
Doktora götürdük. MR, röntgen, tahlil derken Öykü'de kısmi beyin felci anlamına gelen “Serebral Palsi” hastalığı olduğu saptandı. Beyine oksijen gitmediği için bu sonuç Ankara'daki tedavi sırasında ortaya çıkmış.
Bizim için yine zor ve uzun bir süreç başlıyordu.
Dokuz aylık olunca fizik tedavisine başlandı. “Çok sürmez, kısa sürede biter.” diye düşünürken hiç de öyle olmadığını gördük. Kızım artık engelli bir çocuktu. Her hareketini gözden kaçırmadan izliyorduk. Kafamda olumsuz sorular... Zaman içinde ne olacaktı? Öykü yürüyecek, konuşabilecek miydi?
Zaman yerinde durur mu? Öykü iki yaşına gelince akranlarından yavaş gelişse de söylediklerimizi anlıyor, kendisini ifade edebiliyor, yavaş yavaş, dura dura yürümeye çalışıyordu.
İnsan yeni doğan, hiçbir sorunu olmayan bebeği bile büyütürken birçok zorlukla karşılaşırken bizim yaşadıklarımızı nasıl anlatayım? İsterim ki kimse yaşamasın bu sıkıntıları. Çocuğunuz biraz ateşlense ne kadar telaşlandığınızı bir anne olarak iyi biliyorum.
Şair demiş ya: ““Deeeert çok/ Hemdert yok/ Yüreklerin kulakları sağır/ Hava kurşun gibi ağır” diye. Tam bitmiş derken kızımın çilesi, bir yenisi başlıyordu.
Bir gece hiç susmamacasına ağlama başladı Öykü. Yine doktorun yolunu tuttuk. Kabızlık sorunu olduğunu söyledi, eve döndük. Döndük; ama ağlama devam ediyor. Çaresiz yine gittik doktora ve kızımın doğum sırasında yaşadıklarını anlattık. Beslenemiyor, aldığı besinleri çıkarıyordu. Kırk derece ateş içindeydi.
Biz, Yozgat'taki doktora çocuğun bu durumunun doğumda yaşadıklarıyla ilgili olduğunu söylesek de o sadece kabız tedavisi ile sorunun çözüleceğini söylüyordu. Ankara'ya sevke de gerek görmüyordu. Öykü her gün biraz daha kötüleşiyordu.
Yapılan tahlilleri Ankara'daki yakınlarımıza gönderdik. “Bu konuda uzman bir doktor bulun, sonuçları inceletin.” dedik. Buldular, o doktorla Yozgat'taki doktoru telefonla görüştürdük. Ankara'daki doktor, çocuğun durumunun ağır olduğunu, yerini ayarladığını, gönderilmesi gerektiğini bildirdi.
Bu kadar uğraştan sonra Yozgat'taki doktor lütfen sevkimizi yaptı. Biz de Öykü'yü Ankara Tıp Fakültesi Hastahanesi'ne getirdik. Orada yapılan incelemeler sonucu kızımızın bağırsağında delik olduğu tanısına varıldı. Bu tanı daha önce de konulmuştu. Hemen ameliyat edilmeliydi.
O zaman doçent, şimdi profesör olan Emin Aydın Yağmurlu evinden çağrıldı. Ameliyatı Emin Bey yapacaktı. İyice küçülen, yalvarırcasına bakışı içimizi yakan kızımızın ameliyatı yedi saat sürdü.
Üç gün sonra kontrola gelen doktorlar ameliyat yerinde sızıntı gördüler. Yeniden uzun süren ameliyattan sonra bağırsaklarını dışarı aldılar. Karın bölgesi açıktı, sürekli pansuman yapıyorlar, o sırada da bizi dışarıya çıkarıyorlardı. Bu sürecin tek güzel yanı kızım “Anne!” demeyi öğrenmişti.
Küçük kızımın, güzel kızımın çilesi bitmiyordu. Beş gün sonra bir ameliyat daha yapıldı, Öykü yoğun bakıma alındı. On gün içinde üç ameliyat. O küçücük beden buna nasıl dayanıyordu? Düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum.
Sonunda ameliyatın başarılı olduğu söylendi. Kızım, bir süre geçip kendisini toparladıktan sonra yine bir operasyonla karın bölgesinin kapatılması gerekiyormuş.. Bir buçuk ay sonra da kızım taburcu edildi.
Eşimin Yozgat'ta görev süresi dolmuş, ataması Aydın'a yapılmıştı. Kızımın daha da iyileşmesi, aynı doktorlar tarafından kontrol edilmesi gerektiğini bir raporla bildirerek atamanın Ankara'ya yapılmasını sağladık.
Hastahaneye yakın bir ev tuttuk. Öykü bu arada toparlandı, yürümeye başladı. Biz de her gün daha mutlu oluyorduk.
Bir yıl sonra karın bölgesi de kapatıldı. Artık yüzümüz gülüyordu. Fiziksel özürlü de olsa benim savaşçı kızım hayat dolu, kendisiyle barışık, herkese kendisini sevdiren bir çocuk olmuştu.
Öykü'müz altı yaşında elinden, yedi yaşında da ayağından ameliyat oldu. “Ah, güzel kızım; ne bitmez acıların varmış, sen sanki ameliyat olmak için doğmuşsun; ama bunu da şükür!” diye düşünürdüm zaman zaman.
Bu sıkıntılara katlanan, daha çocuk yaşında çok sayıda ameliyat geçiren Öykü artık okuldaydı. Ona yaşadıklarından dolayı ortaya çıkan zorlukları, engelleri anlattık, o da bunu kabullendi. Öğretmenlerine de gereki açıklamalarda bulunduk. Örneğin geçirdiği rahatsızlığın verdiği görme zayıflığı için ön sıralarda oturması gibi...
Öykü, şimdi on yedi yaşında bir genç kız.
O bizim Öykü'müz. O bizim çocuğumuz, gözbebeğimiz. Öykü'nün öyküsünü anlatmak istedim. Bu zor süreçte kızımı sağlığına kavuşturan saygıdeğer doktorlarımıza; tedavi sürecinde bize yardmlarını esirgemeyen yakınlarıma teşekkür ederim.
***
Hayat bazen bir bora kadar zorludur
Ve insan karşı koyarken boraya, fırtınaya, tipiye yorulur
Ne zaman güneş açar, gökyüzü mavidir
İşte o zaman bora diner, ortalık dinginleşir
Yaşanan artık mutluluktur
..........................................................................
Öykü'nün annesi yazdı, ben eklemeler yaparak düzenledim.
Numan Kurt
31 Ocak 2024

23 Ocak 2024 Salı

"BİR KESKİN KALEM, BİR KIRIK GÖZLÜK"








Uğur Mumcu için yazdım

Her 24 Ocak'ta

"Nasıl kıydılar ona?" diye

Paylaşırım

***

"Karlı bir Ankara sabahında

Zalimler, kıydılar sana"

Dürüst, araştırmacı, yolsuzlukların, haksızlıkların üzerine gözünü kırpmadan giden namuslu, vatansever bir gazeteciydi Uğur Mumcu. Öyle “devrimci” diye adlandırılıp da bu ülkenin kurtarıcısı, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'e olumsuz eleştiriler yönelten, “Kemalizm faşizmdir.” diyen, banka soymayı devrimcilik sayanlardan değildir. O gerçek bir yurtsever, gerçek bir Atatürkçüdür. Böyle olduğu için katledildi. Ona kıydılar; ama adı ölümsüzleşti. Bugün düşünce yapısı olarak onunla aynı çizgide olmayanların bile saygı duyduğu bir ad bıraktı.

"Ben giderim adım kalır

Dostlar beni hatırlasın"

Böyle demiş Âşık Veysel bu dünyaya ad bırakanlar için. Biz de o yiğit insanı, acımasızca aramızdan koparılan; ama adı ölümsüzleşen Uğur Mumcu'yu katledilişinin yıldönümünde "Senin gibi cesur gazetecilere hasret kaldık. Seni kahpece katlettiler; ama adın ölümsüzleşti." diyerek anıyoruz. Hem de yine bir 24 Ocak sabahında.

***

"Ben Atatürkçüyüm.... Ben, cumhuriyetçiyim... Ben laikim... Ben antiemperyalistim... Ben tam bağımsız Türkiye'den yanayım... Ben insan hakları savunucuyum... Ben, terörün karşısındayım... Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın, her parçamdan benim gibiler beni aşacaklar doğacaktır."

***

"Biz, siyaset bakımından karşıtlarımıza özgürlük tanımazsak birer gizli faşistiz demektir."

***

"Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım unutma bizi... Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi..."

***

"Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz.."

***

"Cemaatlere, tarikatlara giren çocuklar 30 sene sonra general olacaklar cumhuriyete karşı ayaklanacaklar."

***

Uğur Mumcu'nun inandığı düşünceler nelerdir? Bu korkusuz, araştımacı gazeteci hangi fikirleri taşır?” diye sordum kendi kendime. Bunun yanıtını Nuri Çolakoğlu ile yaptığı bir röportajda buldum. Aşağıya tırnak içinde aktarıyorum.

Nuri Çolakoğlu:

"İnançlar, düşüncelerin önüne geçiyor yani bu anlamda. İnanç, düşünmeyi engelleyici birşey...”

Uğur Mumcu:

İyi tanımladınız. İnançlar, fetişizm haline geliyor. Sonra ona tapıyorlar. Ben görüş olarak sosyalist eğilimliyim. Yani emekçi sınıfların toplumda yönetimi ele almasını istiyorum. Bu ayrı bir konudur; kendi ülkemin içinde sürüklendiği kavgada sizi kan çanağına itenleri yakalamak ayrı konudur. Ben sosyalist bilincimi her gün artırıyorum. Fakat her gün de, bu Bulgarları teşhir etmeye çalışıyorum. Bunlar çok ayrı konular. Bizde sosyalist oldunuz mu, mutlaka ya Sovyetler'in adamı olacaksın ya Çin'in adamı olacaksın. Veya kapitalist oldunuz mu, Washington'un, CIA'nın adamı olacaksınız. Bunlar dünyadaki sistemler. Buna yakınlık da duyulabilir, nefret de duyulabilir. Ama bir insan kendi ülkesinin devrimcisi olmalı. Benim görüşüm bu, ulusal bağımsız sol! Ben sosyalist eğilimliyim, işçi sınıfının, emekçi sınıf ve tabakaların demokratik yollarla iktidara gelmesini istiyorum. Bu görüşümden hiç ama hiç vazgeçmedim. Ama öte yandan da, Türkiye'de, Kürtçülük, silahlı eylemcilik, yurt dışına bağımlı sosyalizm, yani benim "kançılarya sosyalizmi" dediğim TKP'cilik... Bunlara da karşı çıkıyorum. Ve Türkiye solunu da, bunların engellediğini sanıyorum.”

Evet, Uğur Mumcu, o yılların yanılgısı olan "Sovyetçi ya da Çinci solculuk" hastalığına kapılmamış,, bu ülkenin kurtarıcısı, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü bile küçümseyen solculuğa karşı durmuş, bölücülere sempati duymamış bir yurtseverdir.

Uğur Mumcu'nun ölüm yıldönümünde onun için söylenen “Uğurlar Olsun” türküsünden de esinlenerek aşağıdaki dizeleri yazdım.


ZALİMLER HEP PUSUDA

                       (Tek silahı kalemi olan yiğit insan Uğur Mumcu anısına...)


"Bir pazar sabahıydı

Ankara kar altında"

Kar altındaydı Ankara; beyaz, aydınlık

Hep pusudaydı zalimler yüzleri, özleri kapkara

Beyinleri karanlık


Bitmedi yıllar boyunca

Ucuz can pazarı

Vuruldu kahpece bu ülkenin aydınları

Gazetecileri, bilim adamları

Batırıldı, karartıldı yaz güneşleri

Kalemleri düştü ellerinden

Bulunamadı kalleşçe tetik çeken katilleri

Hiç yaklaşmadı yanlarına

Bu zalimlerin merhamet, insanlık


Karardı birden

Ankara'nın kar beyazlığı

Çevirince kontağı

Saplandı şarapnel parçaları ciğerine

Artık yoktu sol elindeki kalemi

Bir tarafta kırık gözlüğü

Bir tarafta vatan sevgisiyle çarpan

Korkulara pabuç bırakmayan yüreği

Hatıra kaldı


Şimdi ekranlarda

Dinlerken “sahibinin sesi” açık oturumları

Sol elinde kalemi

Hep doğruları anlatan kelamı

Ve yıllar içinde haklı çıktığı öngörüleriyle

Bu yiğit yurtsever gelir aklıma

Yine seyredip dinlesem de

Onun gibi yürekli tartışmacıyı arada bul

Varamam o tartışmaların tadına


"Uğurlar olsun, uğurlar olsun

Hüzünlü bulutlar yoldaşın olsun

Bir keskin kalem, bir kırık gözlük

Yürekli yiğitlere hatıran olsun"

Dinlerken her seferinde bu türküyü

Bu ağıdı

Ağlarım

Soyanları, çalıp çırpanları

İnsanları kutsallarıyla kandıranları gördükçe

O yiğitlere

Yanarım

...........................................

24 Ocak günü iki değerli insanımızın daha ayrı yıllarda da olsa ölüm günü. İsmail Cem ve Ali Gaffar Okkan. Çok acı olan ise Uğur Mumcu ve Ali Gaffar Okkan'ın kalleşçe katledilmesi. İsmail Cem ve Ali Gaffar Okkan'ı da saygı ve rahmetle anıyorum.

............................................

Numan Kurt

24 Ocak 2024




16 Ocak 2024 Salı

DERTLERİ ZEVK EDİNMEDEN...





 Bir şarkımız şöyle başlar:

“Dertleri zevk edindim bende neşe ne arar”
Oysa gelip geçen şu hayatta bizim işimiz dertleri zevk edinmek mi? Hayır efendim, aslında neşeyi zevk edinmemiz gerekir.
Doğasına, iklimine, kültür varlıklarına hayran olunacak bir ülkede bu güzelliklere uyumlu sorunsuz, mutlu, rahat bir hayat süremiyoruz. Kişisel sıkıntılarımız bir yana ülkenin yaşamaması gerekirken yaşadığı olumsuzluklar neşemizi alıp götürüyor, dertleri bize yük ediyor.
“Dert” sözcüğünün dilimizde karşılığı “hastalık, üzüntü, kaygı, stres, sorun” olarak geçiyor. İnsanoğlunun var olduğu sürece her devirde bu dertlerden şikayet edilmiş. Türkülerde, şarkılarda, şiirlerde de “dert”ten dem vurulmuş.
Pir Sultan Abdal: “Derdim çoktur hangisine yanayım/ Yine tazelendi yürek yarası” derken, Yunus Emre bir şiirinde: “Dertli ne ağlayıp gezersin burda/ Ağlatırsa mevlam yine güldürür” diye dertten, dertliden söz etmiş.
Divan şiirinin en usta şairi Fuzuli de derdin çok, çaresinin de olmayışını anlatmış şu beyitte:
"Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Dert çok hem-dert yok düşman kavî tâli’ zebûn"
Bugünün Türkçesi ile:
“Dost vefasız, felek acımasız, dünya karışık
Dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, talihim âciz”
Nazım Hikmet de Fuzuli'den de esinlenmiş olmalı ki bir şiirinde dertleri bağırırcasına duyurmaya çalışmış:
“Deeeert çok
Hemdert yok
Yüreklerin kulakları sağır
Hava kurşun gibi ağır”
Gelelim bugüne. Hangi bir derdimizi anlatalım. Şairin dediği gibi “hava kurşun gibi ağır”. Önceleri bir iki şehide yanar tutuşurduk. Şimdi dokuz on şehit birden geliyor, gönderiliyor yoksul insanların evlerine. “Bunun bir çaresi yok mu, ne zaman yok edeceksiniz bu terörist hainleri?” diye isyan ediyoruz. Her şey çok sıradanlaştı, kanıksandı gibi. Ya içine ateş düşen o yoksul evleri, oradaki insanlar...
Tek derdi bu da değil güzel yurdumuzun. Halkı perişan eden pahalılık, gençleri umutsuzluğa iten işsizlik, yurdumuzda yabancı durumuna düştüğümüz yabancı akını, adalete olan güvensizlik, yurdu bir ağ gibi saran, hilafet isteyen tarikatlar ve daha neler neler...
Bunları yazarken bile içim kararıyor. Ben böyle görüyorum. Her şeyi güllük gülistanlık görenlere de ne diyebilirim? Sonra da umut aşılıyorum kendi kendime ve diyorum ki: “Bu güzel vatan nelere karşı savaş vermedi ki...Bir gün bu dertlerin de üstesinden gelecektir. Kurtuluş Savaşı yıllarında ülkenin durumu. Mustafa Kemal Atatürk “Gençliğe Hitabe”de bunu çok açık anlatır.
Yine de umutlu olmak istiyor insan. Bunları yazarken Namık Kemal ve Mustafa Kemal'in dizeleri geliyor aklıma.
Namık Kemal:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok mudur kurtaracak baht-ı kara mâderini?"
Mustafa Kemal Atatürk:
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini.”
Bu ülkeyi de umarım ve beklerim ki halkın sağduyusu, bilinçli davranışı sıkıntılardan kurtaracaktır.
***
Bu karamsar yazıdan sonra düşündüm ve dedim ki “Böyle dertlenmek, karamsarlık insana hiç iyi gelmez. Şu yazının sonuna biraz da gülümsetecek bir yazımı, daha doğrusu dizelerimi ekleyeyim.”
HEP GÜLÜMSETİR BENİ
İKİ GÜZEL ARKADAŞ
Kara kalem çizime başladığımda
İlk kez Ali’nin resmini çizmiştim
Görenler hatırlar
Bir fotoğrafta yandan görünce profilini
“Dayanamam, bu burnun deseni çizilir.” demiştim
Onunla kalmadı çizimler
Yakınlarım, dostlarım, arkadaşlarım ve hatta tanımadıklarım
Onlara bir sevgi göndermek adına
Sıraya girdiler
Ama yılların verdiği tembellikle
İşlek değildi elim ve kalemim
Çıkınca karşıma Ali’nin bu fotoğrafı
Dedi ki bana kara kalem
“Bu adamın resmini bir kere daha çizelim.”
Sizleri bilmem
Ne zaman görsem ben bu iki adamı
Yüzüm güler, şaka yapmak, takılmak gelir aklıma
Eğer dayak yersem bir gün
İki güzel adam dövecek beni
Biri Hayrullah biri de Ali
Anlattım yazılarımda Hayrullah’ın marifetlerini
Bırakın eşinin, çocuklarının, arkadaşlarının okumasını
Köşe yazısı olarak bastı Kırşehir Çınar gazetesi
Her görüşte der ki bana Hayrullah
“Anaaa, oğlum rezil ettin beni!”
***
Ali mi
Onun maceralarını yazmasam da
Uğraştım o güzel burnuyla
Hani Yeşilçam’da Sami Hazinses diye bir sevimli adam vardı ya
Görünce Ali’yi
Hep o komik adam gelir aklıma
Siz de bakın şu resme
Her ne kadar sekiz köşeli olmasa da
Çok yakışmamış mı şapka
Ne yapalım
Mutluluk duymasak da gidişattan
Yazlarımın, çizimlerimin gülümseten kişileri oldular
Bu iki güzel adam
Ara sıra da gülümseyelim
Can arkadaşlarıma; Ali’ye, Hayrullah’a ve de hepsine
Sevgimizi gönderelim
.......................................
Numan Kurt
15 Ocak 2024

3 Ocak 2024 Çarşamba

BAKTIKÇA BU SİYAH BEYAZ FOTOĞRAFLARA, ALIP GÖTÜRÜRLER BENİ O YILLARA




Öğretmenlik yıllarımda çok sevdiğim bir hikâyeyi dersine girdiğim tüm sınıflarda okurdum.Doktor yazar Muzaffer Hacıhasanoğlu'nun bu hikâyesi beni de öğrencilerimi de çok etkilerdi. "BİR FOTOĞRAF CANLANIYOR" adlı bu hikâyede yazar akşam evine giderken yerde çamura bulanmış bir fotoğraf bulur. Bu fotoğraf kısa bir süre önce elektrik direğinden düşüp ölen bir elektrikçinin aile fotoğrafıdır. Yazar, fotoğraftakileri tek tek konuşturarak bir aile dramını anlatır. Merak edenler bu hikâyeyi internetten bulup okuyabilirler.
Ben de eski siyah beyaz fotoğraflara bakıp şiir yazmayı seviyorum. Aşağıdaki fotoğraf en az elli beş yıllık, belki daha fazla. Ben de baktım ve bu dizeleri yazdım.
Dayım, rahmetli anamın söyleyişiyle “tek gardaşı” 1938 doğumluydu. Bu tarihe göre 1950'li yılların sonunda askere gitmiş olmalı. Gidiş yılını tam olarak bilemesem de onun askerlik hallerini hayal meyal hatırlıyorum. O yıllarda askerlik süresi iki yıldı. İlginçtir, benim bir amcam, bir halam, bir teyzem ve bir amcam vardı. Şimdi hayatta olmayan bu büyüklerimin hepsi tekti.
Dayım, askere gidince bir zaman sonra mektup yazar ve ailesinin, yakınlarının toplu fotoğrafını ister. Dedem; tek oğlunun isteğini yerine getirir, aileyi toplar ve o yılların tek fotoğrafçısı komşu köy İlicekli Debrah amcanın çektiği aşağıdaki fotoğrafı gönderir.
Asker dönüşü aldığı ortak traktörle işe başlayan dayım Yaşar Yılmaz; daha sonra uzun yıllar kamyonculuk yaptı. Zaman içinde otobüsçülüğe başladı. İşine verdiği önemle, tutumluluğuyla otobüs sayısını çoğalttı. Bugün sayısını benim de bilmediğim otobüs filosunun sahibi oldu. Çocuklarına iyi bir gelecek sağladı.
Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden dayımın, askerdeyken istediği bu siyah beyaz fotoğrafa bakınca o yılları hatırlar, duygulanırım. Dişiyle, tırnağıyla bu varlığı kazanan dayımı rahmetle anıyorum.
Fotoğrafa bakınca bana anımsattıklarını dizelere dökmek istedim.
***
ASKER MEKTUBUNDA GİDEN FOTOĞRAF
Nedense
Siyah beyaz olanlarını severim fotoğrafların
Hani güneş ışığı tüm kirliliği gösterirken gündüzleri
Saklar ya ay ışığı geceleri
Tüm pislikleri
Ben de ay ışığındaki görüntülere benzetirim
Siyah beyaz olanları
Duvar dibinde çekilmiş
Gurbete gönderilecek o fotoğrafları
Dokuz kişiyiz ak kağıt üstünde
Dede, ebe, ana ve de biz torunlar
Ellili yılların sonunda dayım askerde mektup gönderir
Der ki
Ucu pullu mektubunda
“Bir resminizi gönderin
Özledim köyümü, sizleri
Oturur bakarım
Talimden sonraki her tüfek çatımında”
Kırılır mı hiç “bir oğlan”ın isteği
Topladı dedem bizleri
İlicekli Debrah, o şakacı, esprili adam
Fotoğraf makinesi elinde
Elma, üzüm sattığı eşek arabası yedeğinde
Dilinde de hiç bitmeyen şakaları
Köye bir gelişinde
Çektirdik bu fotoğrafı duvar dibinde
Nazik yenge yok bu fotoğrafta
Bu fotoğraf kocasına gönderilecek
Ayıp olur
Durulur mu kocaya gönderilecek fotoğraf için
Kayınbabanın yanında
Dedem, sekiz köşe şapkası, çiçek bozuğu gözleri
Ve de az gülen yüzüyle
Nasılsa yanına almış
Hiç adını söylemeden çağırdığı ebemi
Onu, dedemi anlattım daha önce bir yazımda
Şimdi sıra diğerlerinde
Ebem, yani ninem, anamın anası
Sessiz sakin kadınların en hası
Tatillerde köye geldiğimde
“Hoş geldin kurbanım!” sözü dilinde
Elinde de çok sevdiğimi bildiği yoğurtla dolu
Kalaylanmış bakır tası
Adı Ümüş, kendi gümüş; ama hiç gün görmemiş
Sırtında kadife ceketi, altında üç eteği
Başında bürgüsü, sarığı, kucağında torunu
Onca yıllık ömrü
Kasabayı, kenti görmeden yaşadı
Ne yakınları ne de konu komşusuyla sorunu hiç olmadı
Bakınca tam solunda fotoğrafın
İnce, zayıf, uzun bir kadın
Benim anam
Hani şu bir çok yazımda anlattığım, mektuplar yazdığım
Kocası memur; ama kendisi tam bir köy kadını
Başında siyah bürgüsü, kolunda kolcağı
Hep açık olurdu çocuklarına kucağı
Bir eli ev işlerinde hamurda
Bir eli tarlada, ahırda
Poz veriyor askerdeki
Biricik kardaşına
Fotoğrafın en başında ağabeyim
Ak gömleğin yakasını çıkarmış ceketinin üstüne
Yakışıklı mı yakışıklı
O zaman öğretmen okulunda
Şimdi sağlık dileklerimizi yolluyoruz
Kendisi Antalya’da
Seksen iki yaşında
Benim de öğretmenim oldu ilk görev yerinde
Ödeyemem, hakkı çok bende
En önde, ortada teyze oğlu Nafiz
Koca bir yırtık pantolonunda
Bu fotoğrafı görmüş geçenlerde
“Benim yırtık pantolon şimdi moda oldu gençler arasında” diye yazmış
O da şimdi mutlu, rahat
Torunlarla uğraşıyor İstanbul’da
Kim mi o tozdan topraktan beyaz entarileri siyaha dönüşmüş çocuklar
Benim kız kardeşlerim
Şimdi yaşları altmış yetmiş arasında
Yanlarında boylarınca torunlar
Okumak mı vardı o zaman kızlara köy yerinde
Çoluk çocuğa karışıp
Ev hanımı oldular
Ben mi
Beni mi sordunuz
En arkadayım
Dedemle ebemin arasında
İşliğimin üstünde kocaman kafa
Şimdi yetmiş üç yaşında
Yaşadıklarını anlatan, fotoğraflara şiirler yazan
Bir emekli
Selam olsun eşe dosta
............................................................................................................................
Numan Kurt
3 Ocak 2024

YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...