Ne öyküler vardır bilemezsiniz
İçinde insan olan
Kim bilir kimlerin anlatamadığı
Sıradan, akıp giden zamandan
İşte onlardan biri
Ali anlattı bana o öyküyü
Çok uzak diyarlardan
***
Pilli, bataryalı radyolardan dinlerdik 1960'lı yıllarda. Aliye Akkılıç söylerdi bu türküyü ve ilk dörtlüğü şöyleydi:
"Portakalı soyamadım
Başucuma koyamadım
Şu derdimden kurtulup da
Gençliğime doyamadım"
Benim yaşıma yakın olanlar o radyolardan dinledikleri türküleri, o türküleri söyleyen Aliye Akkılıç, Nezahat Bayram, Necla Erol, Ahmet Sezgin, Nurettin Çamlıdağ, Hacer Buluş, Yıldız Ayhan, Selahattin Erorhan, Muazzez Türüng ve daha nicelerini sanıyorum anımsarlar.
Bizim türkülerimizde, Anadolu insanının yüreğinden kopup gelen türkülerde o halkın sevinçleri, acıları, tüm duyguları vardır. O türküler durduk yerde uydurulmamıştır.
Bakın yukarıya ilk dörtlüğünü aldığım türkü de "Portakalı soyamadım" diye başlıyor.
***
Bir kış meyvesi portakal. Sarı, sulu, tatlı. Ekşi olanını yiyemem ben. Suyunu sıkıp içmek de ayrı bir keyif. Kabuğundan da tadına doyulmaz reçel yapılıyor. Bize nereden geldiğine bakayım dedim. Portekiz'den gelmiş, adını da o ülkenin İngilizce'de söylenen şekliyle “Portugal”dan almış. Zaman içinde bu sözcük dilimizde “portakal” olmuş.
Orta Anadolu'nun göbeğinde bir bozkır köyünde büyümüş kişi olarak size “portakal” hakkında ukalalık yapacak değilim. Bu güzel kış meyvesi ile ilgili bir öyküm var. Bir öğrencim anlattı, ben de kağıda döktüm bu acıklı öyküyü.
***
“Ali,” dedi öğretmeni “çok ilginç bir hayatın var. Yaşadıklarını
parça bölük bana yaz; ben , anlattıklarını hikâyeleştireceğim. Hani senin bir
türkünü dinlemiştim, ağlamaklı olmuş ve sana , seni anlatan birkaç dize
yazmıştım ya! Bu hikâyeler de benden sana hatıra olsun. Hep şuna inanırım ben: “Türkü
söyleyenler iyi insanlardır. Kötülerin türküsü olmaz. “
Ali, ortaokul yıllarından sonra hiç görmediği öğretmenini
kırmadı. Demiş ya ünlü bir yazarımız “Hikâye mi arıyorsun, çal şu kapılardan
birini, o kapıların ardında ne hikâyeler var.” Ben de uydum o yazarımızın
sözüne çaldım uzak bir ülkede yaşayan Ali'nin kapısını. O anlattı, ben yazdım.
Kerpiçten
yapılmış, iki oda bir aralıktan (mabeyin) oluşmuş, üstü kara örtülü evlerinin serpeneğine
çıktı Ali. Hafiften kar yağıyordu. Kar
taneleri yönünü bulamayan sarhoşlar gibi sağa sola düşüyordu. “Ahh, “ dedi Ali, “şöyle lapa lapa
yağsa da ben de üstünde yatıp yuvarlansam, soğukkuyu ayakkabılarımı giyip karın
üzerine traktör lastiğinin izlerini çıkararak yürüsem…”
Bu hayallerle dışarıyı seyrederken karşı evin kapısında
amcasının oğlunu gördü. Günlerden neydi, bunun o yaşta farkında değildi; ama
biraz önce köye korna çalarak giren köyün tek minibüsünün sesinden Mucur’un
pazarı olduğunu anlamıştı. Amcaoğlu karşıda iştahla, suyunu akıtarak portakal
yediğine göre amcası pazardan gelmiş, portakalı da o almış olmalıydı. İçini
çekti Ali. Şimdi kendisi de böyle ona göstererek portakal yese ne vardı?
“Nerdesin babam?”
dedi Ali, “şimdi gelsen de Mucur pazarına gidip bize portakal getirsen…”
Babasının nerede olduğunu iyi biliyordu Ali. Biliyordu da
yakın köylerde sıvacılıkla ekmeğini kazanan babası eve ne zaman gelirdi?
Onu, “Kara gözlü
Ali’m!” diye seven babası yoksuldu. Dedesi ölünce babasıyla üvey olan
kardeşleri malı mülkü alıp başka yere göçmüşlerdi. Çoluk çocuğuyla, Fadime’siyle
cascavlak kalmıştı köyde Hakkı. Kalmıştı kalmasına da kolunda sıvacılık gibi
altın bileziği vardı. Altında velesbiti (bisiklet), hangi köyde sıva işi varsa
koşardı. Hava soğumuştu, henüz kar da yağmadığı için Hacı Mehmetlerin Hakkı
velesbitiyle yine sıva için yakın bir köye gitmişti. Kar, ilk defa bugün
atıştırmaya başlamıştı.
Ali, portakal yiyebilmenin
hayaliyle kapıda amcasının oğluna bakarken duası kabul oldu sanki. Babası, o
hayatta en sevdiği adam, kahramanı velesbitiyle
kapının önüne geliverdi.
Bıyıkları, velesbiti sürerken nefesinin buharıyla buz
tutmuş elleri soğuktan kızarmıştı.
-Soğukta ne bekliyorsun
oğlum, anan ev de mi?
-Evde baba. Sen
niye erken geldin?
-Kar başladı,
artarsa gelemem diye korktum; ama şimdi kesildi.
-Baba!
-Söyle Ali’m,
dilinin altında bir şey var.
-Baba, Mucur’dan
yana bir portakal kokusu geliyor burnuma. Sana da geliyor mu?
-Kerata, portakal
istemenin yolunu nasıl da bilir. Alırız bakalım.
Bisikleti duvarın
dibine bırakıp karşıya bakınca kapılarını önüne çömelmiş yeğenini gördü babam.
Önünde portakal kabukları vardı. Şöyle bir durakladı, Ali’ye sevgiyle baktı.
Birden velesbitine bindi, “Ben, akşama gelirim, anana söyle, haydi sen de
soğukta durma, gir içeri!” dedi. Evin köşesinden dönüp kayboldu.
Ali, “Babam,
böyle birden nereye gitti?” diye meraklandı; ama nedense içindi de bir sevinç
kapladı.
***
-Selamünaleyküm Hacı Mustafa!
-Ooo Hakkı sen misin, aleykümselam, hayırdır, pazar dağılacak
sen pazara geldin.
-Sorma, aslında çok yorgunum, sıvadan gelim eve. Bizim
oğlan amcasının oğlunun portakal yediğini görmüş. Yeğen de suyunu akıtarak,
göstererek kapının önünde yemiş. Eve gelince o yaşta öyle bir söz söyledi ki
dayanamadım geldim.
-Ne dedi senin
oğlan?
-Yaşına, boyuna
bakmadan “Baba, Mucur tarafından portakal kokusu geliyor.” dedi.
-Vay kerata,
büyümüş, küçülmüş demek ki…
-Sen olsan
dayanır mısın, ben de bu yorgunluğumla, yoksulluğumla atladım geldim velesbite.
Hele sen şunun arkasına küçük çuvalla portakal sar.
Portakal çuvalını
velesbitin arkasına sıkı sıkı sardı Hacı Mustafa. Hakkı’yı çok severdi, asker
arkadaşıydılar. Şu Hakkı’nın oğlanın esprili sözlerle portakal isteyişi de
hoşuna gitmişti.
Hakkı, gözlerini kaçırarak
Hacı Mustafa’ya:
-Parasını, sıva
parasını alınca getireceğim, olur mu?
-Haydi, şu
çuvalı al da git, senden para isteyen mi var?
***
Ali, kardeşleri, anası merakla bekliyorlardı evin
direğini. Kar, iki atıştırmış kesilmişti ya hava soğuktu. Velesbitle bu adam
nereye gitmişti öyle aniden?
-Sana söylemedi mi
oğlum, insan sormaz mı , “Baba nereye gidiyorsun?” diye…
-Yok ana, amcamın
oğlunu portakal yerken görünce “Baba, Mucur
tarafından portakal kokusu geliyor.” diye şaka yapmıştım. Ondan sonra
atladı gitti velesbite.
Hepsi yine
sessizlik içinde, lambanın körsen ışığının aydınlattığı odada beklemeye
başladılar babalarını.
Çok bekletmedi
babaları onları. Dış kapı, sonra da oda kapısı açıldı. Hakkı, kucağında
portakal çuvalı odanın ortasına çöktü, Şöyle bir Ali’ye, diğer çocuklarına
baktı:
-Fadime, çocuklar
doyasıya yesinler portakalları, sen de ye!
Sıvacı Hakkı,
ince ince kırk belikli Fadime ve çocuklar mutluydular, sobada çıtır çıtır
ayçiçeği sapıyla tezek yanarken. En çok da Ali mutluydu. Babasına hayranlıkla
bakarken, “Yemeyeceğim işte, şimdi yemeyeceğim portakalı. Sabah kapının önünde
amcamın oğlunun karşısına geçip yiyeceğim.” diye geçirdi içinden.
***
Öyle kucaklarına alıp hoplatmazlardı
Sekiz köşe kasketli babalarımız bizi
Saçlarımız da okşanmazdı
Yanlarında ayağımızı uzatamasak da
Severdik biz onları
Evimize ekmek getiren
Horantanın direği
Dayandığımız dağ
Analarımızın alın terli herifiydi onlar
Sevgimizde hep yaşadılar
Yaşayacaklar
..................................
Numan Kurt