30 Temmuz 2015 Perşembe

BABAM PORTAKAL GETİRDİ







Ne öyküler vardır bilemezsiniz

İçinde insan olan
Kim bilir kimlerin anlatamadığı
Sıradan, akıp giden zamandan
İşte onlardan biri
Ali anlattı bana o öyküyü
Çok uzak diyarlardan

***
Pilli, bataryalı radyolardan dinlerdik 1960'lı yıllarda. Aliye Akkılıç söylerdi bu türküyü ve ilk dörtlüğü şöyleydi:

"Portakalı soyamadım
Başucuma koyamadım
Şu derdimden kurtulup da
Gençliğime doyamadım"

Benim yaşıma yakın olanlar o radyolardan dinledikleri türküleri, o türküleri söyleyen Aliye Akkılıç, Nezahat Bayram, Necla Erol, Ahmet Sezgin, Nurettin Çamlıdağ, Hacer Buluş, Yıldız Ayhan, Selahattin Erorhan, Muazzez Türüng ve daha nicelerini sanıyorum anımsarlar.
Bizim türkülerimizde, Anadolu insanının yüreğinden kopup gelen türkülerde o halkın sevinçleri, acıları, tüm duyguları vardır. O türküler durduk yerde uydurulmamıştır.
Bakın yukarıya ilk dörtlüğünü aldığım türkü de "Portakalı soyamadım" diye başlıyor.

***
Bir kış meyvesi portakal. Sarı, sulu, tatlı. Ekşi olanını yiyemem ben. Suyunu sıkıp içmek de ayrı bir keyif. Kabuğundan da tadına doyulmaz reçel yapılıyor. Bize nereden geldiğine bakayım dedim. Portekiz'den gelmiş, adını da o ülkenin İngilizce'de söylenen şekliyle “Portugal”dan almış. Zaman içinde bu sözcük dilimizde “portakal” olmuş.
Orta Anadolu'nun göbeğinde bir bozkır köyünde büyümüş kişi olarak size “portakal” hakkında ukalalık yapacak değilim. Bu güzel kış meyvesi ile ilgili bir öyküm var. Bir öğrencim anlattı, ben de kağıda döktüm bu acıklı öyküyü.


***

“Ali,” dedi öğretmeni “çok ilginç bir hayatın var. Yaşadıklarını parça bölük bana yaz; ben , anlattıklarını hikâyeleştireceğim. Hani senin bir türkünü dinlemiştim, ağlamaklı olmuş ve sana , seni anlatan birkaç dize yazmıştım ya! Bu hikâyeler de benden sana hatıra olsun. Hep şuna inanırım ben: “Türkü söyleyenler iyi insanlardır. Kötülerin türküsü olmaz. “
Ali, ortaokul yıllarından sonra hiç görmediği öğretmenini kırmadı. Demiş ya ünlü bir yazarımız “Hikâye mi arıyorsun, çal şu kapılardan birini, o kapıların ardında ne hikâyeler var.” Ben de uydum o yazarımızın sözüne çaldım uzak bir ülkede yaşayan Ali'nin kapısını. O anlattı, ben yazdım.



  Kerpiçten yapılmış, iki oda bir aralıktan (mabeyin) oluşmuş, üstü kara örtülü evlerinin serpeneğine çıktı  Ali. Hafiften kar yağıyordu. Kar taneleri yönünü bulamayan sarhoşlar gibi sağa sola  düşüyordu. “Ahh, “ dedi Ali, “şöyle lapa lapa yağsa da ben de üstünde yatıp yuvarlansam, soğukkuyu ayakkabılarımı giyip karın üzerine traktör lastiğinin izlerini çıkararak yürüsem…”
Bu hayallerle dışarıyı seyrederken karşı evin kapısında amcasının oğlunu gördü. Günlerden neydi, bunun o yaşta farkında değildi; ama biraz önce köye korna çalarak giren köyün tek minibüsünün sesinden Mucur’un pazarı olduğunu anlamıştı. Amcaoğlu karşıda iştahla, suyunu akıtarak portakal yediğine göre amcası pazardan gelmiş, portakalı da o almış olmalıydı. İçini çekti Ali. Şimdi kendisi de böyle ona göstererek portakal yese ne vardı?
 “Nerdesin babam?” dedi Ali, “şimdi gelsen de Mucur pazarına gidip bize portakal getirsen…”
Babasının nerede olduğunu iyi biliyordu Ali. Biliyordu da yakın köylerde sıvacılıkla ekmeğini kazanan babası eve ne zaman gelirdi?
  Onu, “Kara gözlü Ali’m!” diye seven babası yoksuldu. Dedesi ölünce babasıyla üvey olan kardeşleri malı mülkü alıp başka yere göçmüşlerdi. Çoluk çocuğuyla, Fadime’siyle cascavlak kalmıştı köyde Hakkı. Kalmıştı kalmasına da kolunda sıvacılık gibi altın bileziği vardı. Altında velesbiti (bisiklet), hangi köyde sıva işi varsa koşardı. Hava soğumuştu, henüz kar da yağmadığı için Hacı Mehmetlerin Hakkı velesbitiyle yine sıva için yakın bir köye gitmişti. Kar, ilk defa bugün atıştırmaya başlamıştı.
  Ali, portakal yiyebilmenin hayaliyle kapıda amcasının oğluna bakarken duası kabul oldu sanki. Babası, o hayatta en sevdiği adam, kahramanı velesbitiyle  kapının önüne geliverdi.
Bıyıkları, velesbiti sürerken nefesinin buharıyla buz tutmuş elleri soğuktan kızarmıştı.
  -Soğukta ne bekliyorsun oğlum, anan ev de mi?
  -Evde baba. Sen niye erken geldin?
   -Kar başladı, artarsa gelemem diye korktum; ama şimdi kesildi.
  -Baba!
  -Söyle Ali’m, dilinin altında bir şey var.
  -Baba, Mucur’dan yana bir portakal kokusu geliyor burnuma. Sana da geliyor mu?
  -Kerata, portakal istemenin yolunu nasıl da bilir. Alırız bakalım.
  Bisikleti duvarın dibine bırakıp karşıya bakınca kapılarını önüne çömelmiş yeğenini gördü babam. Önünde portakal kabukları vardı. Şöyle bir durakladı, Ali’ye sevgiyle baktı. Birden velesbitine bindi, “Ben, akşama gelirim, anana söyle, haydi sen de soğukta durma, gir içeri!” dedi. Evin köşesinden dönüp kayboldu.
  Ali, “Babam, böyle birden nereye gitti?” diye meraklandı; ama nedense içindi de bir sevinç kapladı.

***
-Selamünaleyküm Hacı Mustafa!
-Ooo Hakkı sen misin, aleykümselam, hayırdır, pazar dağılacak sen pazara geldin.
-Sorma, aslında çok yorgunum, sıvadan gelim eve. Bizim oğlan amcasının oğlunun portakal yediğini görmüş. Yeğen de suyunu akıtarak, göstererek kapının önünde yemiş. Eve gelince o yaşta öyle bir söz söyledi ki dayanamadım geldim.
  -Ne dedi senin oğlan?
  -Yaşına, boyuna bakmadan “Baba, Mucur tarafından portakal kokusu geliyor.” dedi.
  -Vay kerata, büyümüş, küçülmüş demek ki…
  -Sen olsan dayanır mısın, ben de bu yorgunluğumla, yoksulluğumla atladım geldim velesbite. Hele sen şunun arkasına küçük çuvalla portakal sar.
  Portakal çuvalını velesbitin arkasına sıkı sıkı sardı Hacı Mustafa. Hakkı’yı çok severdi, asker arkadaşıydılar. Şu Hakkı’nın oğlanın esprili sözlerle portakal isteyişi de hoşuna gitmişti.
  Hakkı, gözlerini kaçırarak Hacı Mustafa’ya:
  -Parasını, sıva parasını alınca getireceğim, olur mu?
  -Haydi, şu çuvalı al da git, senden para isteyen mi var?

***

    Ali, kardeşleri, anası merakla bekliyorlardı evin direğini. Kar, iki atıştırmış kesilmişti ya hava soğuktu. Velesbitle bu adam nereye gitmişti öyle aniden? 
  -Sana söylemedi mi oğlum, insan sormaz mı , “Baba nereye gidiyorsun?” diye…
  -Yok ana, amcamın oğlunu portakal yerken görünce “Baba, Mucur  tarafından portakal kokusu geliyor.” diye şaka yapmıştım. Ondan sonra atladı gitti velesbite.
  Hepsi yine sessizlik içinde, lambanın körsen ışığının aydınlattığı odada beklemeye başladılar babalarını.
   Çok bekletmedi babaları onları. Dış kapı, sonra da oda kapısı açıldı. Hakkı, kucağında portakal çuvalı odanın ortasına çöktü, Şöyle bir Ali’ye, diğer çocuklarına baktı:
  -Fadime, çocuklar doyasıya yesinler portakalları, sen de ye!
  Sıvacı Hakkı, ince ince kırk belikli Fadime ve çocuklar mutluydular, sobada çıtır çıtır ayçiçeği sapıyla tezek yanarken. En çok da Ali mutluydu. Babasına hayranlıkla bakarken, “Yemeyeceğim işte, şimdi yemeyeceğim portakalı. Sabah kapının önünde amcamın oğlunun karşısına geçip yiyeceğim.” diye geçirdi içinden.

***

Öyle kucaklarına alıp hoplatmazlardı
Sekiz köşe kasketli babalarımız bizi
Saçlarımız da okşanmazdı
Yanlarında ayağımızı uzatamasak da
Severdik biz onları
Evimize ekmek getiren
Horantanın direği
Dayandığımız dağ
Analarımızın alın terli herifiydi onlar
Sevgimizde hep yaşadılar
Yaşayacaklar
..................................
Numan Kurt





YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...