(Yetmiş yıl önce köyümde geçen hazin bir olayın öyküsü)
Ne anlamlı sözdür
Birkaç sözcükle anlatılır sonbaharını yaşadığımız
Daha dün gibi geçip giden hayatın özü
“Son pişmanlık fayda etmez.” demiş atalar
Akıp gitmiştir zaman
İnsan yapamadıklarının değerini
Son durağa gelirken anlar
Şimdiki aklım olsaydı
Öğrenmez miydim çocuklukta, gençlikte büyüklerimden
Geçmişte yaşanan ama yazılmayan
Ağlatan ya da gülümseten
Kerpiç duvarlar arasında
Ve harmanda, bağda bostanda geçen
O eski öyküleri
Hep duyardım, merak ederdim
Hüsne teyzenin ağlatan yürek yakan ölümünü
Gittim dedim ki Rukiye ablaya
Bu hayatta nefes alırken daha
"Anlat, annenin acıklı öyküsünü"
Anlattı, ağladı, ağladı anlattı
Ne yaşanmışsa o zamanlar
"Yazacak mısın bunları? Yaz da kurbanım, sonra oku bana."
Okuyacaktım, okuyacaktım da
Dinlemeye zamanı kalmadı
Özlemiş olmalı ki
O da gitti annesinin yanına
Olsun yine de bir acıklı öyküyü kurtardım
Unutulmuşluğun elinden
Göz yaşıyla birlikte döküldü sözcükler
Ak kağıda, kalemimden
***
"Cafarlar" derlerdi bu üç kardeşin sülalesine. Bekir, Mehmet ve Ahmet. Üçünün de kızlarından birinin adı Hüsne'ydi. Demek ki analarının adı Hüsne'ymiş. Bizim hazin hikâyemizin kahramanı "Damat Mehmet" diye anılan dedenin kızı Hüsne... Değirmenin duvarına çarptırılarak durdurulan Lanz traktörün ortaklarından Kekeç'in Ali emminin karısı Hüsne. Anamın amcasının kızı. "Keşke anam ölmeden ondan daha ayrıntılı dinleseydim bu acıklı öyküyü." derim bazen kendi kendime. Yine de dinlediğim kadar, kurgulayabildiğim kadar anlatayım bu olayı.
***
Tandır damında yapılan ekmek kuşluk vakti bitince ekmek tahtasının başındaki Hüsne, sacın yanında oturup ekmeği eviren kaynanasına "Ana," dedi önlüğündeki unu uğrayı çırparak, "Oğlun Ali, Süleyman ağam, Mustafa ağam motorla tarlaya gidiyorlarmış, ben de gideyim de ustaya, işçilere akşam için karpuz, sebze getireyim." Hatça ebe "Off belim belim..." diye doğrulurken "Git, git de gecikme akşama pilav da pişecek." diye söylendi. Evlerinin yanına birkaç göz yeni bir ev yaptırıyorlardı.
Tandır damında ekmek yapımı bittiği için ortalığı şöyle bir düzeltti Hüsne gelin. Daha otuz yaşına belki yeni gelmişti ya boy boy dört çocuk, üç kız bir oğlan. En büyükleri Rukiye, "Ana kız, ben tandıra koyduğun sıcak su ile başımı yıkayacağım, sen gelince beliklerimi örersin. "Olur," dedi Hüsne, "ben bostana gidince kardeşlerine de göz kulak ol!" Traktörden henüz ses yoktu. Hüsne'nin pişirdiği sütlü kabak yemeğini öğleyin çoluk çocuk iştahla yediler.
Lanz motorun (traktörün) sesi köyün öbür ucunda da gelse duyulurdu. Gürültüyle kapının önünde durdu. Direksiyona ortaklardan Mustafa kurulmuş, Hüsne gelinin kocası Ali ile diğer ortak Süleyman da iki yanda tekerlek üstündeki kısımlara oturmuşlardı. Evin çiftçisi Tepesidelikli Duran bir koşu eve girdi: "Haydi abla, biz tarlaya gidiyoruz, sen de gidecekmişsin, hemen gel."
Hüsne gelin, vagonetin ön tarafındaki oturmalığa geçti, ayaklarını boşluğa sallayıp sırtını vagonetin önüne yasladı, oturdu. Duran, vagonetin içine bindi.
Sadık köyünün yazın tozu, kışın da çamuru pek çoktur. Köyün hiçbir yerinde kum olmadığı için yazın yollardaki toprak un gibidir. Yağmur yağınca da çamurdan çıkılmaz olur. Traktör, Ayvalı'daki tarlaya giderken tozu dumana katıyordu. Üstündekiler de elbet bu tozdan nasiplerini alıyorlardı. Tarlaya buğday ekilmiş, bir bölümüne de kavun, karpuz, soğan... ekilerek bostan yapılmıştı. Ekin biçilmiş; ama bostan henüz bozulmamıştı.
Traktör, tarlaya girince sapların arasında biraz yavaşladı. Dört çocuklu ana da olsa gençlik bu ya, Hüsne gelin oturduğu yerden, traktörle vagonetin arasından hem de traktör durmadan tarlanın sap kökleriyle kaplı yumuşak toprağına atlamak istedi. Atlarken oturduğu yerin kenarındaki demire takıldı kemeri, entarisi. Traktörle vagonetin arasındaki bağlantı demirine çarparak toprağa düştü. Lanz traktörün gürültülü sesinden çiftçi Duran'ın bağırışları duyuluncaya kadar vagonetin ön, arka tekerlekleri Hüsne'yi çiğnedi geçti.
Mustafa, motorun sesini durdurduğunda Hüsne gelin, arkada, toprağın üstünde boylu boyunca yatıyordu.
Yanına koşuştular Hüsne gelinin. Güzel yüzü solmuştu, toz toprağa belenmişti; ama yaşıyordu. Bağırışlar içinde elleşip vagonetin ortasına yatırdılar. Hemen tozlu köy yoluna düştüler.
Solup sarardı yolda Hüsne'nin gül benzi. Köye varınca odanın birindeki sedire yatak serip yatırdılar. Kusmuştu, öğleyin yediği sütlü kabak yemeği artıkları gelmişti ağzından. Akrabalar, komşular. sonra da tüm köylü Ali'nin evinin önüne yığılmıştı. Ağıt, figanın yanında her kafadan da bir ses çıkıyordu. 1952 yılında köyü bırak, ilçede de doktor yok. Zaten doktora götürmek de kimsenin aklına gelmiyordu.
Bir koyun kesti çiftçi Duran. Derisini hemen yüzüp Hüsne gelinin vücuduna sardı kadınlar. Ne bilsinlerdi iç kanamayı. Sandılar ki Hüsne'nin yalnız kırık çıkığı var.
Akşam olmadan can verdi Hüsne gelin. Rukiye'nin beliklerini öremedi. Küçüğü bir yaşında, diğeri ondan üç yaş büyük kızlarının, sarı saçlı oğlunun ve de Rukiye'nin gününü göremeden geçip gitti Hüsne gelin.
Düvenin üstüne yatırılmıştı Hüsne gelinin cansız vücudu. Doktor, savcı, jandarma otopsiye geldiler. Dayanılmaz olan ise daha yeni yürüyen Güldane'nin düvende yatan annesini emmek için ona doğru düşe kalka koşmasıydı. Kimde can kalır, göz yaşı sel oldu.
Savcı sordu küçük Derviş'e, "Babanla traktörü süren amca arasında dövüş kavga var mıydı?" diye. "Yok" dedi Derviş, tüm çocukların doğruculuğu ile.
Ağıtlar yakıldı Hüsne geline:
Kara gözlü Hüsne'm gitmiş de bostana
Traktör çiğnemiş Hüsne'mi kıymadan ona
Kara haberin de duyulmuş babana
Öksüz kaldı da dört yavrum oyy, oyy!
..............................................................................................
Numan Kurt
5 Haziran 2014