11 Mart 2020 Çarşamba

"MONTUM BURADA; CÜZDANIM, PARAM NEREDE?"





“Şakasız, esprisiz hayat mı geçer kardeşim.” der ara sıra bir arkadaşım. Çok da doğru söyler. Ne olursa olsun acı tatlı yaşanmışlıklarla geçen ve bir gün bitecek olan şu hayata biraz da gülümseyerek bakmak, onu ciddiye aldığımız kadar yeri gelince “ti”ye de almak gerekir. Hepimiz biliriz ki espri yapabilen, bizi gülümseten insanlar zeki insanlardır. Niye böyle düşünürüz? Çünkü güzel bir espriyi bulmak ve yerinde yapmak gerçekten akıllı, zeki insan işidir. Doğrudur; ama şaka yapacağım derken “kaka”, espri yapacağım derken gaf yapanlar da az değil çevremizde.
Alıngan, şaka götürmez, espriden anlamaz, her sözde bir art niyet bulan, öküz altında buzağı arayan kişilerle arkadaşlığın da bir tadı yoktur, onlarla arkadaş da olunmaz.
Böyle uzun uzun hayat dersi verecek değilim, öyle iddiam da yok. Sözü getireceğim, anlatacağım konuya giriş yapmak istedim. Bu olayı yaşayan kişi kendisi anlattı. Ben de “Vallahi billahi şimdi gidip bunu yazacağım.” dedim. Okuyunca göreceksiniz Temel fıkrası gibi; ama tümüyle gerçek.
Yazılarımı okuyanlar belki anlamıştır. Hakkında birkaç yazı yazıp kirli çamaşırlarını(!) ortaya döktüğüm, yaptığım şakalardan hiç alınganlık göstermeyen, espri küpü arkadaşım Hayrullah yine bu yazının, anlatacağım olayın kahramanı.
Öğretmen okulundan devre arkadaşlarımızla buluştuğumuz Dikili’de onunla yaşadıklarımızı “ŞEYTANIN KAHVESİ, ŞEYTAN SOFRASI, HAYRULLAH VAKASI” başlıklı yazımda anlatmıştım. Onun, buluşma programı içinde gerçekleştirilen Ayvalık gezisinde kazağını kaybedişini, birkaç kez de kendisinin kayboluşunu “Seni rezil edeceğim.” diye yazmıştım.
Gelelim onun yeni macerasına.
Gittiği bir doktor der ki Hayrullah’a “Şu akciğerlerine bir baktır. Benim böyle dinlememle anlaşılmaz, tomografi çektir.” Kafası karışır bizimkinin. Nereye gidecek, soluğu SANATORYUM’da alır.
Şimdi telefonda bana anlattığı olayı kendi ağzından dinleyelim:
- “Alo!”
- “Efendim Hayrullah!”
- “Ne yapıyorsun? Nasılsın?”
- “Teşekkür ederim, iyiyim, sen nasılsın? Gittin mi doktora?”
- “Gittim gittim de başıma neler geldi bir bilsen!”
- “Ne oldu, ne yaptın yine?”
- “Sen bunu da yazarsın ya, yine de anlatacağım; yoksa çatlarım.”
- “Anlat bakalım, dinliyorum.”
- “Bugün hastahaneye gittim, söylemiştin ya, akciğer tomografisi için. Odaya dört kişi birden aldılar. Hemşire üstümüzde metal olan ne varsa boşaltmamızı istedi. Montumu vestiyere asmıştım, diğer arkadaşlar da öyle yapmışlar. Ben, cebimde ne varsa, para, telefon, cüzdan hepsini çıkarıp montun cebine koydum.
Tomografi çekildi. Ben montumu giyip odadan dışarıya çıktım. Elimi montun cebine attım, ne cüzdan var ne para! Parayı aramam, zaten otuz kırk lira kadar bir para vardı yanımda. Banka kartları, kimlik telefon da yok. Hemen odaya koştum, kapıdan girerken hemşire ‘Beyefendi giremezsiniz!’ diye bağırdı. ‘Girmeyeceğim, benden önce tomografi çektiren arkadaşın adını öğrenmek istiyorum.' Söylediler, hemen güvenlik görevlisine koştum.
Koştum, koşmasına da içimden de 'Yahu bu cüzdan, telefon nereye gider. Mont yanımızda asılıydı, biri çalmış olamaz!' diye söyleniyorum.
Güvenlik görevlisine durumu anlattım, benden önce tomografi çektiren kişini adını da söyledim. O hemen bilgisayara baktı, telefona sarıldı, birileriyle konuştu. 'Amca, o kişinin eşinin telefonu kayıtlıymış, senden önceki hastaya, kocasına ulaşacak, adam biraz sonra gelir.'
Teşekkür ettim; ama benim kafa yine karışık. Montumun cebine koyduğum eşyaları o adam neden alsın, çalsa gelip söyleyecek hali yok. Bilirsin ben sık sık telefonu, anahtarı masada unuturum, siz peşimden getirirsiniz. Bu sefer tüm kaybettik.
Her neyse, sözü uzatmayayım adam biraz sonra geldi, zaten hastahaneden fazla uzaklaşmamış.
Biraz sinirli:
'Yahu arkadaş, senin cüzdanın, paraların benim montumun cebinde ne geziyor?'
Adam, bunu dedi ya, beni de soğuk ter bastı. Hemşire uyarınca ben aceleyle cebimdeki ve elimdekileri kendi montum diye adamın montunun cebine koymuşum.
'Beyefendi kusura bakmayın, telaşla kendi eşyalarımı benim montumun yanında asılı duran sizin montunuzun cebine koymuşum.'
Adam benim şaşkınlığıma gülüp geçeceği yerde bana:
'Bakın, eşyalarınızı, paranızı iyi kontrol edin, bir de sonradan beni hırsız çıkarmayın.'
Ben ne edeyim, şaşkınlığıma mı güleyim, adamın bu saçmalığına mı kızayım. İnsan gider de eşyalarını başkasının montunun ceplerine koyar mı? Bak bunu yazarsın biliyorum; ama biraz usturuplu yaz, zaten benim şaşkınlıklarımı cümle âlem öğrendi, bir de bunun için elalemi bana güldürme.”
Montunu şaşıran Hayrullah'a sordum:
- "Montlarınız aynı renkte miydi?"
- "Ne gezer, işte benim şaşkınlığım da orada ya!"
Telefonu kapatınca kendi kendime epeyce güldüm. Sen çok yaşa Hayro!
İşte böyle. Ne diyeyim sana Hayrullah? Bugün onunla eş olup okey oynadık. Okey bitti dışarı çıktık Bir arkadaş yeni geliyordu. “Kim var, kim yok içeride?” dedi. Hayrullah da “Murtaza vaaar, Seyrani vaaar!” dedi ve peşinden şunları anlattı.
“Rahmetli babam köyde bakkaldı. Köye gelen çerçiler doğru bizim dükkanın önüne gelirler, orada satış yaparlardı. Bir çerçi gelmişti yine dükkanın önüne. Sordular, 'Ne satıyorsun amca, arabanda ne var?' Çerçi başladı saymaya 'Dut vaaar, kiraz vaar, dut vaaar, kiraz vaaar!' Yalnız dut ve kiraz satıyordu; ama sayarken uzattıkça uzatıyordu. Onun gibi şimdi kahvede kim mi var, 'Murtaza vaaar, Seyrani vaar!'
- "Haydi eyvallah Hayrullah.”
- "Yine yazacaksın benim hastahane olayını değil mi?”
- "Kaçırır mıyım? Sen eşyanı başkasının montunun cebine koy, ben anlatmayayım öyle mi?”
- "Anlat bakalım, beni rezil etmediğin bir bu kalmıştı.”
- "Ne rezili, ben seni meşhur ettim, vezir ettim.”
İşte böyle. Hayat ne tatlı, güzel insanlarla, güzel arkadaşlarla.
...................................................................................................
Numan Kurt
11 Mart 2020


YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...