7 Ocak 2010
10 Ocak 2010 Pazar
“ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ DAL İSTER KONACAK”
7 Ocak 2010
GÜNÜ YAŞARKEN
Soba sıcak
Bir kestane çıtırtısında mutluluk
Hava karlı ,ayaz
Sisli, bıçak gibi çarpan
Açılır kapı, bir kadın gülücüğüyle
Mutlulukla, sevgiyle
Sazın yürekten vuran tınısı televizyonda
Halk bilgeliğiyle konuşur bir yaşlı kadın
Eski aile fotoğrafları önünde
"Nedir ki
İşte geçip gitti yavrum
Ömür dediğin"
Hep aşkı, sevdayı mı anlatır şiirler
Çay dem oldu
Gelin, kız ayakta
Torunun elinde balon
Dilinde kırpıntı sözcükler
Varalım tadına o bulunmaz gülücüğün
Yaşayalım çay tadında anı
Hayat geçer gider
Bir zil sesi mi duydum ne
Yoksa gürültüsü mü yaramaz öğrencilerin
"Kestane pişti" mi dediniz çocuklar
Birlikte yiyelim
Getirin
Okurum, tat alırım
Yazmak da isterim
İmgeli, simgeli şiirler
Benimki
Yaşamın başka türlü anlatımı
..........................................................
Numan Kurt
GÜN GEÇER, ÇALIŞIR ZAMANIN DEĞİRMENİ
Siz bilir misiniz Nevşehir simidinin tadını
O her zaman yediğiniz simitlere benzemez
Çıkar çıkmaz
Sımsıcak
Ve de elin yanarak yiyeceksin
Tadı kaçar dağılır biraz bayatlayınca
Nasıl mutlu olurduk
Nevşehir'de
O yılların tek ortaokuluna yakın fırından
Yeni çıkmış o simidi
Yirmi beş kuruşa alınca
Geçmişte yaşadıklarımızı anlatırken o günlere bir özlem mi vardı içimizde? Neydi bizi kırk, elli yıl önceki yaşanmışlıklarımızı anlatırken mutlu kılan? Geleceği düşünmeden hep geçmişi mi özlüyoruz yaş yetmiş olunca? Oysa bugün yaşamı kolaylaştıracak her şey o kadar çoğaldı ki...
Bunları sordum kendime yazıya başlarken. Yanıtını da yine kendim vereyim.
Öncelikle geçmişe dönerek kendi yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Bildiğiniz, yaşayıp gördüğünüz olaylar olduğu için hem anlatım kolaylaşıyor hem de yazmaktan keyif alıyorsunuz.
Uzun yıllar geçtiği için olayların olumsuz yönleri çoğu zaman siliniyor, içinizde tatlı bir anı olarak kalan olumlu yanlarını anlatıyorsunuz.
Artık ne kadarsa bu yeryüzünde güneşi göreceğiniz günler, insan olarak bu ömür içinde acı tatlı olaylar yaşamışsınızdır. Hele işiniz kutsal meslek olan öğretmenlikse “insan”la uğraşıyorsunuz. Anlatacak o kadar yaşanmışlığınız vardır. Kimseye “Neden yazmıyorsun, anlatmıyorsun?” deme hakkım yok. Az da olsa anlatanlar oluyor.
“Sen yazıyorsun, yazdıkların sıradan bir yaşam içinde olabilecek olaylar. Kimi, ne kadar ilgilendiriyor? Ancak geçmişe dalıp kendini avutuyorsun.” diye düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki “Hiç önemli değil. Birincisi ben yazdıkça mutlu oluyorum. İçimi döküyorum. En azından torunlarım ola ki bir gün okuduğunda 'Dedem, zorluklar içinde okumuş, o zamanlar bizde olan olanakların hiçbiri yokmuş.' desinler, dünden bugüne yaşayış farkını anlatayım yeter. Ayrıca diğer yazılarımdan da anlaşılır ki geçmişe takılıp kalan biri değilim.”
Anlatılanların ille de bir serüven romanı ya da filminde anlatılanlar gibi olması gerekmez. Yıllardır görmediğiniz okul arkadaşlarınızla buluşmanızı içine duygularınızı katarak anlatmak da mutluluk verir insana. İşte bu nedenle dört yıldır katıldığım buluşmaları yazdım. Okuyunca mutlu olan arkadaşlarımın duyguları bana yeter.
Ortaokul yıllarımızda birkaçımız birleşerek kentte ya da kasabada ev tutarak okurduk. Aşağıda anlatacaklarım o yıllarla ilgilidir. Bu yazıyı daha önce de paylaştım. Sayfama yeni katılan arkadaşlarımın ve önceden okumayan arkadaşlarımın okuması dileğiyle yine paylaşıyorum. Çünkü bu yazının yazılış tarihi on bir yıl önce.
KENTTE KÖY ÇOCUKLARI
Değişik konularda söyleşirken sık sık kullandığımız bir söz vardır: "Şimdiki aklım olsaydı..." deriz. Şimdiki aklımız o zaman olsaydı ne yapardık bilinmez; ama bu cümleyi kullanmaktan da ayrı bir zevk alırız. Ben de diyorum ki bugünkü gibi düşünebilseydim ortaokulun ilk yıllarından başlayarak günlük tutardım. Öğrencilerime de bunu sürekli önerdim. Anılar aklımda bölük pörçük kalmaz, daha canlı, daha ayrıntılı belirirdi. Köyünden ayrılıp ortaokul okumak için Nevşehir gibi bir kente giden, ilk kez bir kent görüp orayı dünyanın merkezi zanneden birinin yani benim anlatacaklarım var. Bugünün gençlerinden okuyanlar olursa bizlerin hangi koşullarda eğitim gördüğümüzü kendi durumlarıyla karşılaştırarak daha iyi anlarlar.
İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim halde bir yıl daha okudum o şirin, bağlık bahçelik Topayın köyünde. Ağabeyimin yanına göndermişlerdi beni. O yıl maddi durum iyi değil diye bir yıl geciktirilmişti ortaokula gidişim. O köyün bağları, bahçeleri, bir de eli öpülesi yengemin göçmen sobasında yaptığı sıcak peynirli kömbeler hep aklımdadır.
Ortaokula gittiğimde beş kişi bir evde kalırdık. Andıkça hep gözlerimin yaşardığı iki güzel insan, ağabeyim Yusuf Kurt, yine ağabeyim kadar yakın olduğum Nasuh Çelik. İkisi lisede okurlardı. İzzet Ünlütürk öğretmen okulunda, şimdi nerelerdedir hiç bilmediğim arkadaşım Yağmur Kaya ile ben de ortaokuldaydık. Ağabeyim daha sonra öğretmen okuluna geçiş yaptı. Şimdi elimde o günlerin tanığı bir fotoğraf var. Baktıkça duygulanırım. Ağabeyimin yoğun bakımdaki hali, iki kelime olsun konuşamayışımız, Nasuh ağabeyi de tedavisi sırasında, saçları dökülmüş haliyle bir düğünde görüp kendimi tutamayıp ağlayışım gelir aklıma. Keşke derim,o fotoğrafta bize o güzel yemekleri yapan, hakkını ödeyemeyeceğim Hacı Ebe de olsaydı. İki yıl yemeğimizi pişirdi o nurlu kadın. Hep Hacı Ebe dediğimiz için adını bugün de bilmem. Şimdi iki yaprak düştü o fotoğraftan.
Kafamızda sarı şeritli okul şapkası
Gezeriz
Aval aval sokaklarda
O küçük Anadolu kenti
Bize sanki dünyanın merkezi
Levhaları okumak en büyük zevkimiz
Sinemaya gitmek
İki filmi üst üste seyretmek
Numarasız koltuklarda
Sadece cumartesi öğleninde serbest
Orhan Günşiray, Göksel Arsoy
Ve de Türkan Şoray
Hiç unutamadığım Ahmet Tarık Tekçe, Erol Taş
İkisi de kalleşlikle arkadaş
Anlatırdık bu filmleri
Yazın köye geldiğimizde
Ekin tarlaları yanında
"Esas oğlanla kız, sonunda kavuştular..." diye diye
Başka il, ilçelerde okuyan
Arkadaşlara
İki göz yerde beş genç, bir de ebemiz. Günde en az sekiz ekmek yeriz. Kış gelince Hacı Ebe'nin kocası Koca Mehmet dede de gelir yanımıza. Sayımız çoğalır, çoğalır da yarıya düşer ekmek sayısı. Niye mi? Girdiği savaşları, olayların başını sonunu kaybederek anlatan dedemiz sık sık "Öhö,öhö!" diyerek ağzından çıkanları oturduğu mindere silerdi de ondan. O yaştaki adam bir de geceyarısı kalkar turşu küpüne elini daldırıp turşu yerdi.Tuvalete gitmek için kalktığımızda da bize yakalanırdı. Ara sıra babalarımız gelirdi üç beş kuruş harçlık vermek için. En çok da Nasuh ağabeyin babası Aşır emmiye hayret ederdim. Köyden Nevşehir'e, bizim yanımıza gelince hemen yatar, yattığı ile de uyuduğu bir olurdu.
Köyümüzün bu kentte okuyan gençleri, tatillerde köye aynı minibüsle gelir giderdik. O zamanlar köyden Nevşehir'e vasıta bulmak zordu. Çevre köylerden gelip orada okuyanlarla da tanışır kaynaşırdık. Hayatın sıkıntılarını çok çekmiş, hapishanelerde yatmış, genç denebilecek yaşta yitirdiğimiz Osman Çoban da o zaman ortaokulda okurdu. Aynı yaşlardaydık. Ne bilsin ortaokul çocuğu siyaseti, şunu bunu. Sinemaya ve o zamanın magazin dergisi "Ses" dergisine çok meraklıydı. Babası Sait amca kağnıya koştuğu eşek arabasıyla üzüm satardı bizim köylerde. Osman'ı da (Osmanlı) burada bir iç burukluğu ile anmak istedim. Gençliklerinde onun gibi idealist düşünenlerin çoğu sonradan müteahhit oldular. Düşman oldukları sınıfa geçtiler; ama Osman hiç değişmedi. Yoksul geldi, yoksul gitti.
Sözünü ettiğim bu beş kişi, bir de ebemiz iki yıl bir arada kaldık. İkinci yıl askerlik şubesine yakın bir evde, teneke toplayan Küsmez Ağa'nın evinde oturduk. Futbol hastası bir albay vardı şube başkanı. Akşam üzeri bizleri şubenin bahçesinde toplar, takım kurardı. Bizim Yağmur Kaya'nın top oynayışını da çok beğenirdi.
Ortaokul üçüncü sınıfta yine rahmetli ağabeyim, ben ve arkadaşım Mehmet Deveci (Mehmet Ali) aynı evde kaldık. Aşçımız da rahmetli Hakkı dayımdı (Çavuş). Kara örtü bir evde oturuyoruz. Evin iki odası var. Gece yatınca evin üstünü örten ağaçlar çatır çatır ediyor. Zamanla yağmurun suyu sıza sıza bu ağaçların uçlarını çürütmüş.
Yer sofrasını kurmuşuz. Öğle yemeği. Aynı kabın içindeki patatesi kaşıklıyoruz. Yanında soğan eksik olur mu hiç. Bizim M. Ali'yi bıraksan adam sabah kahvaltısında çayın yanında da soğan yiyecek. Bir çatırtı. Tavanın ortasında elektrik kablosunun ve ucunda ampulün bulunduğu direk yerde. Çürüyen ucundan kopup tam üstümüze düştü. Hakkı dayım, ben ve M. Ali, üç tarafa yattık. Direk çürüyen ucuyla tek taraflı tabana düştüğü için kurtardık. Hakkı dayım:
-Aman uşaklar, direğe dokunmayın, ıslak, elektrik çarpar, diye bağırıyordu.
O gece öbür küçük odada yattık. Orası da farklı değildi. Direklerin ucu çatır çatır ettikçe gel de uyu.
Ortaokulu bitirdiğim yıl polis kolejine başvurmak istedim. Başvuruyu yapabilmek için de devlet hastahanesinden heyet raporu almam gerekiyordu. Ayrıca başvuru için yaşım küçük geldi. Zaten bir yaş küçük yazılmışım. O yıl bir çarşamba günü Hacıbektaş'tayız. Yaşımı büyütmek için mahkemeye gireceğiz. Hacıbektaş'ın pazarı o gün olmadığı için babam kim varsa ilçede bulmuş getirmiş. İki şahitten biri rahmetli Ömer amca (Ömer Köksal, Recep'in, Ahmet'in babası). Hâkimin odasına girdik. Sıra şahitlere gelince hâkim, Ömer amcaya sordu:
- Bu delikanlının adı ne?
-Bilmem ki hâkim bey, Asım mıydı, Yusuf muydu?
Hâkim güldü, bu saf, temiz adamın yanıtına:
-Peki, sen adını bilmediğin birinin yaşını, doğduğu tarihi nasıl bileceksin?
Ömer amcam kara kara düşünürken hâkim de kararı yazdırarak yaşımızı bir yaş büyüttü. Kayseri'ye rapor almak için ağabeyimle gittik; ama gözümüz bozuk olduğu için raporu alamadık, polis de olamadık.
***
Yazmak, hep yazmak istiyorum. Bu yazının başında dediğim gibi o yıllardan beri günlük tutabilseydim neler yazardım neler. Fransızların çok sevdiğim bir atasözleri var: "Gençlik bilseydi, ihtiyarlık yapabilseydi." derler. Yine de olanı biteni, aklımda az çok tutabildiklerimi elden geldiğince yazacağım. Bazen de üzülürüm. Niye köyümdeki yaşlılardan eski hikâyeleri dinleyip not almadım diye.
Bir manşet okudum bugün
Gazetenin birinde
Şöyle diyordu:
"Altı yüz liraya köle düzeni"
Kimdi bunlar biliyor musunuz
Bir kömür ocağında
Yerin iki yüz metre altında
O ocağın yüzü kömür karası
On dokuz öleni
Ey hayat, bu mu kanunun, adaletin
Gelir mi dersiniz bir gün
Değiştirecek, bu düzeni
......................
Numan Kurt
11 Aralık 2009
PEKMEZ TADINDA
...........................
Karlı pekmez de içtik kış günlerinde
Bilmezdik çikolatayı, şokellayı, bilmem neyi
Köftür, ceviz eksik olmazdı analarımızın dolabında
Aklıma geldi, anlatayım dedim şu anımı
Pekmez tadında
Şimdi o şirin köyde çeşmelerin kuruduğunu, bağın bahçenin pek kalmadığını oralı bir arkadaş ara sıra anlatır. Bir de şaka ekler sözün sonuna "Bak, bizim şaraptan içtiğin için böyle yüzünden kan damlıyor."
Bir "pekmez akıllı" hikâyesi anlatmak istedim de sözü böyle dönüp dolaştırdım. Ankara'da oturan Kırşehirliler iyi bilir. Kırşehirlilere diğer illerden gelenler "pekmez akıllı" derler. Köyüm, idari olarak Nevşehir'e bağlı olsa da çokları bizi Kırşehirli diye bilir.
1996 yılı Nisan ayında Ankara-Batıkent Mobil Lisesi'ne atandım. Aradan iki üç ay geçti. Öğretmen arkadaşlarla birbirimizi tanıyıp yavaş yavaş şakalaşmaya da başladık. Bir gün öğretmenler odasında oturuyoruz. Ben odanın kapıya yakın bölümünde masadayım, iki üç arkadaş da koltuklarda oturuyor. Biri ağırdan ağırdan bana takılmaya başladı:
-Hocam, bu Kırşehirlilere neden pekmez akıllı diyorlar?
-Ben, Nevşehirliyim; ama yakın olduğumuz için Kırşehirli de sayılırım. Zaten eski ilimiz de Kırşehir'miş. Pekmez çok tatlıdır, herhalde hemşehrilerimizin aklı da tatlı olduğu için öyle demişler.
Konuşma böyle şaka yollu sürerken öğretmenler odasının kapısında iri yarı, saçları dökülmüş biri belirdi. İşin ilginç yanı iki elinde de küçük pekmez bidonları vardı. Ayrıca da orada oturanlara dönmüş beni soruyordu:
-Efendim, iyi günler, ben Numan Kurt'la görüşmek istiyorum.
Şaşkın şaşkın soruyu sorana ve bidonlara bakan arkadaşlar beni gösterip:
-İşte, karşında oturuyor, dediler.
Bidonları masaya bırakıp elime sarılarak:
-Hocam, ben sizin Mucur'dan öğrenciniz Mahmut Sarıyıldız, uzun zaman geçtiği için tanıyamadım, kusura bakmayın.
Mahmut'la sarıldık, öpüştük. Arkadaşlar da şaşkınlık içindeydi. Hem görünüş olarak yaşı bana yakın olan birinin öğrencim olması hem de tam "pekmez muhabbeti" yaparken iki bidon pekmezle gelmesi onlara ilginç gelmişti. Mahmut bir okulda öğretmenlik yapıyormuş. Boş kalan zamanlarında da pekmez, acı toz biber gibi yiyecek maddeleri satıyormuş. Bu eski öğrencim Mucur'un İnaç köyündendi. Sohbetin ve olayın böyle çakışıp örtüşmesi üzerine epeyce konuşup gülüştük.
Daha sonra Mahmut, sık sık okula pekmez, biber satmak için geldi. Ben de onu çalıştığı okulda ziyaret ettim. Çok ilgi gösterdi, iltifat etti. Hep pekmezle uğraştığı için böyle güler yüzlü ve neşeliydi Mahmut herhalde. Bu da işin şakası.
.............................
Bu arada Kırşehirlilere neden “pekmez akıllı” denmiş, onun değişik öykülerine dönelim. Bakın halk zekası iki sözcükten oluşan bir deyim üzerine ne söylenceler üretmiş:
……………………
Bir kış günü Kırşehirli hemşehrimiz, o zamanki adı ile "Hergele Meydanı"nda (Daha sonra ismi İtfaiye Meydanı oldu.) şimdiki adı ile Opera Meydanı'nda pekmez satarmış. Oradan geçen bir adam evine büyük birkaç parça cam götürürmüş; ancak cam o yana kayar, bu yana kayar adama zorluk çıkarırmış. Pekmez satmaya çalışan bizim Kırşehirli, "Birader o cam öyle gitmez, şuradan iki kilo pekmez al, sana nasıl götüreceğini söyleyeyim." demiş. Camı götürmekte zorlanan adam bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüş ve hemşehrimizden iki helke pekmezi satın almış. Bizim pekmezci hemşehrimiz adama: "Camların köşelerine, parmağınla pekmez sür, rahat rahat götürürsün." demiş. Adam hemşehrimizin dediğini yapmış ve rahatça camı evine götürmüş. Gel gör ki, camları evinde birbirinden ayıramamış. Soluğu tekrar bizim pekmezcinin yanında almış ve durumu anlatmış. Uyanık hemşehrimiz adama "Şuradan iki helke pekmez daha al da kolayını söyleyeyim." demiş. İki helke daha pekmez alan adama, "Camların arasına sıcak su dök hemen ayrılır." demiş. İşte hemşehrimizin pratik zekâsına, uyanıklığına şahit olan çevresindekiler hemşehrimize bundan böyle hep akıllı adam anlamında "pekmez akıllı" demişler.
………………
………..
***
Ne öyküler anlatırlar sana
Geçip giderken bu dünyadan
Senden de kalsın hatıralar
İçtenlikle, sevgiyle anlatılan
Anılar ki hepsi eski fotoğraflar tadında
Dökülen birer yaprak
Yaşamdan
...........................................................
29 Kasım 2009
BİR YOL HİKÂYESİ
-Turgut,köye yolculuk ne zaman?
-Ekim ortasında gideceğim, niye sordun?
-Arabada başka kimse yoksa ben de geleyim, hem sana arkadaşlık ederim hem de memleket havası alırım.
-Gitme vakti yaklaşınca sana haber veririm.
Benzer konuşma birkaç defa tekrarlandı, daha önce de gidişlerimiz oldu. 17 Ekim sabahı yola çıktık bu sonuncusunda. Hafta sonu, trafik rahat. İlk durağımız yol üstünde çuvallarla soğanın kayılı olduğu bir yer. Turgut, her yıl kendisinin ve ablasının kışlık soğanını buradan alırmış. Bu Kılıçlı köyünün soğanı da pek ünlüymüş. Soğan satıcısı çiftçi, zayıf, sakalı uzamış, elli iki yaşında olduğunu söyleyen; ama yetmişinde görünen, poyrazın sanki kavurduğu bir adam. Ben dönüşte almaya karar veriyorum. Adamla kısa sohbetten sonra yola devam ediyoruz.
Kavurmuş yaylanın ayazı
Ne diş kalmış ağızda
Ne de vücutta bir dirhem et
"Yok beyim yok"diyor
"Şu kuru soğan da olmasa açız
Haydi güle güle, siz sağ
Ben selamet"
Kırıkkale'ye girdik. Verdiğim bir sözü yerine getirmek istedim. 1980'li yılların ortalarında Mucur Ortaokulu'nda çalışırken aynı sınıfta olan ikizlerden Mehmet'i görmek için. Yirmi kaç yıl sonra bu ikizlerle facebook aracılığı ile birbirimizi bulduk. Levent, Amasya Şeker Fabrikası laboratuvarında çalışıyormuş. Mehmet ise Kırıkkale'de diş hekimi. Yolumuzun üzeri olduğu için Mehmet'le görüştük. Babaları Talat Bey de o zamanlar Mucur Pancar Bölge Şefi'ydi. Dersine girmediğim; ama çok başarılı bir öğrenci olarak bildiğim ablasının eczanesinde kısa bir süre buluştuk Mehmet'le. Ankara Sakarya Caddesi'nde bira içme sözüyle ayrıldık. Bu da benim için geçip giden yaşamın ayrı bir tadı oldu. İkizleri üç yıl hiç ayıramamıştım birbirinden. Sınıfta soru sorunca "Mehmet" dersem, eğer soruyu Levent biliyorsa o kalkarmış veya tersi olurmuş.
" Ne güzel
Size değer verenleri görmek
Yıllardan sonra
Ama
Öyle acımasız ki zaman
"Hiç değişmemişsiniz hocam!" deseler de
Değişen daha o kadar çok şey var ki
Saçlardan başka "
Bozkırda uzayıp giden, yılan gibi kıvrılan yollar. Yol boyunda tek tük söğütten, kavaktan başka ağaç hak getire. Çıplak tepeler, tepeler...Boş tarlalar. Kırşehir'e giriyoruz. Adının tersine şehir içi epeyce yeşil. Dışına bakarsan adı tam kendine uygun. Ameliyat geçiren teyze oğlumu, Ömer belemi kısa ziyaretten sonra yakındaki bir yerden peynirli, yumurtalı dört çörek yaptırıp yola düşüyoruz. Belem; parmak üzümü, domates,biber de verdi ya, köyde onları iyice sardırıp yiyeceğiz.
İlicek'ten köy yoluna dönünce Turgut'un ilk sözü "Arkadaş, dışarda olunca burnumda tütüyor şu köy. Böyle gelip de görünce hevesim geçiyor." oldu. Niye geçiyor Turgut kardeşim? O kırk, elli sene önceki köy yok da ondan. Köy boşalmış, az sayıda insan kalmış. O insanlara elbetteki hiçbir sözümüz olamaz. Her zaman hoş beş edip hatır sorarlar; ama çiftçiliğin, hayvancılığın yok olduğu köyde köye özgü ne beklersin ki sen? Önce Turgut'un ayakta kalan baba evine gidiyoruz. Sağa sola bakıyor, "Anam daha Kayseri'ye gitmemiş." diyor. Yazın köyde kalan Saniye teyzeyi telefonla arıyor. Bu arada çöreklerle parmak üzümünü mideye indiriyoruz. Saniye teyze gelince de köy muhtarlığına, mezarlığa uğramak üzere yola çıkıyoruz.
" Evler evler
Kim bilir neler yaşandı
Nelere şahit oldu bu evler
Şimdi yıkık dökük hepsi
Arada avluyla çevrili kalmış
Tek tük evler
Olsa bile konuyla komşuyla
Bağları kopuk evler "
Köy muhtarlığında kimse yok. Köyle ilgili yazılarımı yeğenim Selçuk, kitapçık haline getirmişti. İki tanesini muhtarlığa vermek istedim. Duvarın dibinde oturan birkaç köylümüzle merhabalaştık. Kitaptan bazı bölümler okuduk. Okuduklarımızı Ali Deveci(Kaye'nin Ali), Sadi Akyürek ve İsmail Köksaldı(Kıfır Hacı'nın İsmail) çok sevdiler. Durup durup "Köyde de kalmadın ya, nereden hatırlıyorsun tüm bunları?" dediler. Geri uğrayacağımızı söyleyerek aşağı mezarlığa gittik. Uzun zamandır yağmur yağmadığı için her taraf toz içinde.Hele mezarlığın içi. Fare deliklerinden adım atacak yer yok. Yan yana yatan babamla anama, diğer yakınlarımıza görevimizi yaptıktan sonra Turgut her mezarın tek tek fotoğrafını çekti. Soyadlarına göre köy sitesine bu fotoğrafları koymuş. Bu paylaşımcı arkadaşıma gönülden teşekkürler. Böyle paylaşımları her zaman yapıyor.
" Bir zamanlar ne avlusu vardı bu mezarlığın
Ne de mermerden yapılmış mezarlar
Okudum taşları tek tek
Çocukluğumuzda, gençliğimizde
Hayata sarılıp yaşayanlar
Şimdi mezar taşlarında yazılı
Duygulandım
Neler neler düşündürdü bana
Onları böyle görmek"
Köye dönerken Turgut'un bir yakınının ikram ettiği köy ayranını içtik. O gün ablasında kalacak olan arkadaşım Kızılağıl köyüne giderken beni de İlicek'te eski adıyla "Bekleme"de bıraktı. Kayseri'ye gidip yakınlarımı, yeğenlerimi görecektim. Gittim, ölümünün üzerinden bir yıl geçen ağabeyimin çocuklarını, diğer yakınlarımı görmek beni mutlu etti. Onun mezarında hüzünlensem de ne yapalım, hayat bu. Günler, aylar, yıllar geçip giderken bu hayatı az da olsa renklendirmek gerek.
..........
Numan Kurt
28 Ekim 2009
HAYAL ETMEK, ÖZLEM DUYMAK
ANALAR AĞLAR (Şerife'ye)
Analar ağlar
Ağlar analar, gelinlikle örtülmüş
Tabutun başında
"Ah güzel kızım, yakıştı mı ölüm sana
Hani ben vardım sırada"
İşte o zaman kim olursan ol
Tutamazsın kendini
Akar gözyaşın sel gibi
Bak, cana yakın, güleryüzlü Şerife
Tüm arkadaşların gelmişler
Ağlıyorlar
"İnanamıyoruz, bu nasıl iştir"
Diye diye
Ölüm bu
Kaçınılmaz
Gençmiş, yaşlıymış anlamaz
Bakarsın
Daha birkaç gün önce
Halaybaşındaki esmer, güzel kızımız
Şimdi son yolculuğunda
O soğuk tabutun içinde
Bir tesellisi varsa
Sevenlerinin
Onların hep aklındasın
Mezar denen o gizemli yerde
Sevgili babanın yanındasın
.........
Numan Kurt
24 Ağustos 2009
YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER
Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...
-
Evde "ot" olmaktan biraz olsun kurtulmak için düşünürken bir “ot” yazısı yazdım. Düğmecik otundan söz ettim. Yazı aldı götürdü be...
-
Böyle demiş o kendisini çirkin bulan; ama bizler için bulunmaz güzellikte şiirler yazan duygusal şair Cahit Sıtkı Tarancı. Şiirine bu başlığ...
-
"Haydi oradan ukala sen de!" *** "Ukala” sözcüğünü çok duymuşsunuzdur."Türkçe Sözlük"te karşılığına “kendini akıllı...