10 Ocak 2010 Pazar

“ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ DAL İSTER KONACAK”






"Geçmişi bir kitap gibi kullanın eviniz gibi değil.”
R. Wilkins
“Geçmişin keşkeleri ve geleceğin endişeleri şu anımızı çalan iki hırsızdır.”
Üstün Dökmen
“Yaz geçmiş, kış geçmiş, can eskimiş, ruh eskimiş. Akıp giden zaman ömrün bahanesiymiş. Uzun uzun yaşamak değil, doya doya yaşamak en güzeliymiş."
***
Yazdıklarımı okuyanlar içinde “Bu adam da geçmişe çok takılıp kalıyor, ne var bu elli altmış yıl öncesinin yoksunluklar içindeki geçmişinde?" diye düşünebilirler. Çoğu anılarımda çocukluk, gençlik yıllarımı anlattığım için böyle düşünmeleri de doğaldır.
Gerçekten öyle miyim? Kesinlikle hayır. Daha başka yazılarımda belirttiğim gibi geçmişin yaşanmışlıklarını, kültürünü yazabildiğim, becerebildiğim kadarıyla geleceğe aktarmak istiyorum. Anadolu bozkırının bir köyünde doğdum, çocukluğumu, gençlikteki okul yıllarımın tatil aylarını o köyde, Sadık köyünde yaşadım. İşte o yıllardan bende kalanları anlatıyorum. Anlattıklarım şu “Z kuşağı” dedikleri gençlere çok uzak. Bizim de o kadar uzaklarımız vardı ki... Ne televizyon ne cep telefonu ne de hayatı kolaylaştırıp basitleştiren diğer araçlar.
“Kim, kaç kişi okuyor da geçmişi geleceğe aktarıyorsunuz?” diye düşünenlere de şöyle diyebilirim. Bir kişi de okusa yeter, ben öyle binlerce kişinin okuyacağı yazar olabilseydim ne öyküler, ne romanlar yazardım.
Yukarıda R. Wilkins’in sözünde olduğu gibi geçmişi evim gibi kabul edip oraya demir atmıyorum, kitap gibi okuyup geleceğe aktarma çabasındayım.
***
Çamaşır yığıldı mı dağ gibi
Ne diyorlar şimdi
“Doldur makineye
Üzme öyle kendini, yaslan geriye
O yıkar, kurutur verir eline”
Çamaşır da bulaşık da şimdi öyle
Ama biz zamana yolculuk yapalım
Gidelim şöyle altmış yıl geriye
Anadolu kadınının, erkeğinin emeğine
Emekten öte çilesine
İlkokul yıllarım köyde, diğer okul yıllarımın da yaz tatilleri köyde geçti. Bu yazıda da o çocukluk, gençlik yıllarımdan aklımda kalanları anlatmaya çalıştım. Çamaşır makinesinin, deterjanların olmadığı, ekmeği fırından pişmiş haliyle almadığımız günleri ve daha nice zorlukları aktarmak istedim.
“Şimdi Gölyeri, Kuruhüyük kaldı mı?” demiştim bir yazımda. Kalmadı. Köyün etrafındaki tüm çayırlar kurudu, boz toprak oldu. İçinde küçük bir çay akan, kaynak suyunun çıktığı pınar bulunan Gölyeri ile ilgili anlatacaklarım var da ondan söze böyle girdim.
Gölyeri, bizim köyle Tataryeğenağa köyü arasında bir çayırlık. Diğer çayırlıklardan farkı içindeki çay ve pınar. Rahmetli babam sert görünüşlü bir adamdı. Yanında bırakın arkadaşça konuşmayı, ayağımızı uzatıp oturamazdık bile. Mahallenin çocuklarını “Hasan emminiz geliyor!” diye korkuturdu anneleri. Dövmediği, sövmediği halde bakışlarından korktuğumuz bu adam, yaşlılığında da her şeye ağlayacak kadar duygusallaşmıştı.
Babam,1950’li yılların sonunda Ankara’da mide ameliyatı olmuştu. Sonradan “Yanlış yapmışlar, midemin çoğunu almışlar.” diye yakındığı bu ameliyattan gelişini hayal meyal hatırlarım. Eli midesinde, solgun bir yüzle bir akşam eve geldiğinde bizler evin bir köşesine büzülmüş, üzüntümüzü bile belli edememiştik. Annemin ağladığını biliyorum.
Köylümün hitap şekliyle Hasan Çavuş yani babam, bundan sonra köyün tulumbalardan çıkan sert, kumlu suyunu hiç içmedi. Biz iki kardeş ona uzun süre Gölyeri’ndeki pınardan su taşıdık. Eşeğe heybeyi atar, testileri heybenin iki gözüne yerleştirir getirirdik suyu. Kaynağından pırıl pırıl büngüldeyen bu suyu tasla testilere doldururduk. Zahmetli olmasının yanında bizim için çok keyifli bir işti bu. Köyden uzakta, çayırlık alanda yerde bıngıldayan suyu eğilip içmek ayrı bir mutluluktu. Babamdan başka kimse içmezdi o suyu.

***
Köyde o zamanlar elektrik yok. Doğal olarak çamaşır makinesinin adı bile bilinmez. Peki nerede yıkanacak kirlenenler? Haydi ufak tefek günlük kirlenenleri evde leğende yıkadın, kilimi, palazı, yorgan, yatak yüzü ne olacak? Bunun için de özellikle yaz sonlarında yunnağa gidilir. Şimdiki gençler “Yunnak da neymiş ?” diye düşünebilirler. İşte bu saydıklarımın yıkanması olayıdır yunnak. Ben Gölyeri’ne gittiğimizi hatırlıyorum. Genellikle traktörle gidilirdi; ama olmayınca eşeklerle gidildiğini de biliyorum. Çayırın ortasındaki küçük çayın yanına ateş yakılır. Üzerine kara kazanlar kurulur. Isınan suyla getirilen kirliler yıkanır. Sonra tokaçlanıp çayın suyu ile durulanır. Yıkananlar akşama dek kuruması için çayırın üzerine serilir. Biz çocuklara gelince:
Billur gibidir kaynağında su
Koşarız bir çaput topun peşinden
Ne de tatlı gelir
Yorulunca
Çökelekli dürüm
Ve de bir tas pınar suyu
Çalışan analar, bacılar olur
Yorulan biz
Akşam, yıkananlar kuruyunca eve dönülür. Anaların işi bitmez. Herifin,çocukların karnı acıkmıştır, sıcak aş gerekir. Tarla tapan işleri, çamaşır bulaşık, yemek derdi, çocukların bakımı, bir de koca kahrı hatta dayağı; en ağır işçiydi köyde kadınlar.
O kocasının adıyla bile seslenmediği, çoğu kasabayı bile görmeyen, ha bir çalışan ha bire doğuran kadınlar.
***
“Değirmende döner taşım
Sevda değil bu bir hışım
Uy amman amman
Uy amman amman”
Ekinler, temmuz sonlarında biçilir. Buğdayın iyisi elenir, temizlenir, yeygilik için ayrılır. Un ya da bulgur yapılacaktır kış için. Değirmen yoktu köyümüzde. En yakın değirmen Kızılağıl köyündeydi, şosenin kenarında. Traktörle giderdik değirmene. Bir kez eşeklere çuvalları atarak da gittiğimizi hatırlıyorum. Ağabeyim giderken de gelirken de altı kilelik (yaklaşık iki yüz kilo) çuvalları sırtlar atardı vagonete. Değirmene varınca her şey hazır mı? Sıra bekleyeceksin. Arkadaşım M.Ali Deveci ile bir gece Kızılağıl’da onun akrabalarında kaldığımızı hatırlıyorum. Büyüklerimiz de traktör vagonetinde sabahlamış olmalı. Buğdayı öğütmenin de ayrı bir keyfi vardır.
Boşaltırsın buğdayı çuvaldan
Üstteki tekneye
Sıcak sıcak un akar
El yakar
Dolar alttaki tekneye
Değirmenci bağırır:
'Hey uşaklar! Geçiyor değirmenin boğazı'
Kürekle doldurulur çuvallara
Sıcacık un
Basacaksın o unu tıka basa
Eğilip bükülmesin çuval, giderken
Taş gibi ola
Bu zahmetlerle eve getirilen un tandırdaki sacda yufka, çörek; göçmen fırınında kömbe olur. Yine buğdaydan yapılmış bulgurla bir pilav pişirip de serdin mi yufkanın üzerine tadına doyum olmaz.
Ne zaman sabahları kalkınca annemizin yaz günleri dışarıya, kışın içeriye kurulmuş göçmen sobasında içi peynirli ya da çökelekli kömbe yaptığını görsek o gün bizim için bayramdı. Sobanın yan tarafındaki fırın kısmından sıcak sıcak sofra bezinin üstüne dökülen kömbeler, onların mis kokusu en büyük ziyafetti bizim için.
***
Daha önceki yazılarımda da zaman zaman belirttim. Tek amacım köyümün geçmişteki, bugün de kalıntıları olan kültürünü tanıtmak. Geleceğe olabildiği kadarıyla kendimce aktarmak.
Ben ne diyeyim, bir Fransız atasözü şöyle diyormuş:
"Gençler umutlarıyla, yaşlılar anılarıyla yaşar."
................................
   Numan Kurt
   7 Ocak 2010






GÜNÜ YAŞARKEN






Soba sıcak
Bir kestane çıtırtısında mutluluk
Hava karlı ,ayaz
Sisli, bıçak gibi çarpan
Açılır kapı, bir kadın gülücüğüyle
Mutlulukla, sevgiyle
Eve gidelim

Sazın yürekten vuran tınısı televizyonda
Halk bilgeliğiyle konuşur bir yaşlı kadın
Eski aile fotoğrafları önünde
Der ki sessiz sakin
"Nedir ki
İşte geçip gitti yavrum
Ömür dediğin"

Hep aşkı, sevdayı mı anlatır şiirler
Çay dem oldu
Doldu fincanlara, bardaklara buhar sıcaklığında
Gelin, kız ayakta
Torunun elinde balon
Dilinde kırpıntı sözcükler
Varalım tadına o bulunmaz gülücüğün
Yaşayalım çay tadında anı
Hayat geçer gider

Bir zil sesi mi duydum ne
Ara sıra duyarım bu sesi 
Okuldan ayrıldığımdan beri
Yoksa gürültüsü mü yaramaz öğrencilerin
"Kestane pişti" mi dediniz çocuklar
Birlikte yiyelim
Getirin

Okurum, tat alırım
Yazmak da isterim
İmgeli, simgeli şiirler
Üstesinden gelemem, beceremem demek ki
Ben de beğenmem yazdıklarımı
Benimki
Yaşamın başka türlü anlatımı
..........................................................


Numan Kurt

GÜN GEÇER, ÇALIŞIR ZAMANIN DEĞİRMENİ












Siz bilir misiniz Nevşehir simidinin tadını 

O her zaman yediğiniz simitlere benzemez
Çıkar çıkmaz
Sımsıcak
Ve de elin yanarak yiyeceksin
Tadı kaçar dağılır biraz bayatlayınca
Nasıl mutlu olurduk
Nevşehir'de
O yılların tek ortaokuluna yakın fırından
Yeni çıkmış o simidi
Yirmi beş kuruşa alınca

Geçmişte yaşadıklarımızı anlatırken o günlere bir özlem mi vardı içimizde? Neydi bizi kırk, elli yıl önceki yaşanmışlıklarımızı anlatırken mutlu kılan? Geleceği düşünmeden hep geçmişi mi özlüyoruz yaş yetmiş olunca? Oysa bugün yaşamı kolaylaştıracak her şey o kadar çoğaldı ki...
Bunları sordum kendime yazıya başlarken. Yanıtını da yine kendim vereyim.
Öncelikle geçmişe dönerek kendi yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Bildiğiniz, yaşayıp gördüğünüz olaylar olduğu için hem anlatım kolaylaşıyor hem de yazmaktan keyif alıyorsunuz.
Uzun yıllar geçtiği için olayların olumsuz yönleri çoğu zaman siliniyor, içinizde tatlı bir anı olarak kalan olumlu yanlarını anlatıyorsunuz.
Artık ne kadarsa bu yeryüzünde güneşi göreceğiniz günler, insan olarak bu ömür içinde acı tatlı olaylar yaşamışsınızdır. Hele işiniz kutsal meslek olan öğretmenlikse “insan”la uğraşıyorsunuz. Anlatacak o kadar yaşanmışlığınız vardır. Kimseye “Neden yazmıyorsun, anlatmıyorsun?” deme hakkım yok. Az da olsa anlatanlar oluyor.
“Sen yazıyorsun, yazdıkların sıradan bir yaşam içinde olabilecek olaylar. Kimi, ne kadar ilgilendiriyor? Ancak geçmişe dalıp kendini avutuyorsun.” diye düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki “Hiç önemli değil. Birincisi ben yazdıkça mutlu oluyorum. İçimi döküyorum. En azından torunlarım ola ki bir gün okuduğunda 'Dedem, zorluklar içinde okumuş, o zamanlar bizde olan olanakların hiçbiri yokmuş.' desinler, dünden bugüne yaşayış farkını anlatayım yeter. Ayrıca diğer yazılarımdan da anlaşılır ki geçmişe takılıp kalan biri değilim.”
Anlatılanların ille de bir serüven romanı ya da filminde anlatılanlar gibi olması gerekmez. Yıllardır görmediğiniz okul arkadaşlarınızla buluşmanızı içine duygularınızı katarak anlatmak da mutluluk verir insana. İşte bu nedenle dört yıldır katıldığım buluşmaları yazdım. Okuyunca mutlu olan arkadaşlarımın duyguları bana yeter.
Ortaokul yıllarımızda birkaçımız birleşerek kentte ya da kasabada ev tutarak okurduk. Aşağıda anlatacaklarım o yıllarla ilgilidir. Bu yazıyı daha önce de paylaştım. Sayfama yeni katılan arkadaşlarımın ve önceden okumayan arkadaşlarımın okuması dileğiyle yine paylaşıyorum. Çünkü bu yazının yazılış tarihi on bir yıl önce.

KENTTE KÖY ÇOCUKLARI




   Değişik konularda söyleşirken sık sık kullandığımız bir söz vardır: "Şimdiki aklım olsaydı..." deriz. Şimdiki aklımız o zaman olsaydı ne yapardık bilinmez; ama bu cümleyi kullanmaktan da ayrı bir zevk alırız. Ben de diyorum ki bugünkü gibi düşünebilseydim ortaokulun ilk yıllarından başlayarak günlük tutardım. Öğrencilerime de bunu sürekli önerdim. Anılar aklımda bölük pörçük kalmaz, daha canlı, daha ayrıntılı belirirdi. Köyünden ayrılıp ortaokul okumak için Nevşehir gibi bir kente giden, ilk kez bir kent görüp orayı dünyanın merkezi zanneden birinin yani benim anlatacaklarım var. Bugünün gençlerinden okuyanlar olursa bizlerin hangi koşullarda eğitim gördüğümüzü kendi durumlarıyla karşılaştırarak daha iyi anlarlar.
   İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim halde bir yıl daha okudum o şirin, bağlık bahçelik Topayın köyünde. Ağabeyimin yanına göndermişlerdi beni. O yıl maddi durum iyi değil diye bir yıl geciktirilmişti ortaokula gidişim. O köyün bağları, bahçeleri, bir de eli öpülesi yengemin göçmen sobasında yaptığı sıcak peynirli kömbeler hep aklımdadır.
   Ortaokula gittiğimde beş kişi bir evde kalırdık. Andıkça hep gözlerimin yaşardığı iki güzel insan, ağabeyim Yusuf Kurt, yine ağabeyim kadar yakın olduğum Nasuh Çelik. İkisi lisede okurlardı. İzzet Ünlütürk öğretmen okulunda, şimdi nerelerdedir hiç bilmediğim arkadaşım Yağmur Kaya ile ben de ortaokuldaydık. Ağabeyim daha sonra öğretmen okuluna geçiş yaptı. Şimdi elimde o günlerin tanığı bir fotoğraf var. Baktıkça duygulanırım. Ağabeyimin yoğun bakımdaki hali, iki kelime olsun konuşamayışımız, Nasuh ağabeyi de tedavisi sırasında, saçları dökülmüş haliyle bir düğünde görüp kendimi tutamayıp ağlayışım gelir aklıma. Keşke derim,o fotoğrafta bize o güzel yemekleri yapan, hakkını ödeyemeyeceğim Hacı Ebe de olsaydı. İki yıl yemeğimizi pişirdi o nurlu kadın. Hep Hacı Ebe dediğimiz için adını bugün de bilmem. Şimdi iki yaprak düştü o fotoğraftan.
   Kafamızda sarı şeritli okul şapkası
   Gezeriz
   Aval aval sokaklarda
   O küçük Anadolu kenti
   Bize sanki dünyanın merkezi

   Levhaları okumak en büyük zevkimiz
   Sinemaya gitmek
   İki filmi üst üste seyretmek
   Numarasız koltuklarda
   Sadece cumartesi öğleninde serbest
   Ayhan Işık, Fatma Girik
   Orhan Günşiray, Göksel Arsoy
   Ve de Türkan Şoray
   Hiç unutamadığım Ahmet Tarık Tekçe, Erol Taş
   İkisi de kalleşlikle arkadaş

   Anlatırdık bu filmleri
   Yazın köye geldiğimizde
   Ekin tarlaları yanında
   "Esas oğlanla kız, sonunda kavuştular..." diye diye
   Başka il, ilçelerde okuyan
   Arkadaşlara

   İki göz yerde beş genç, bir de ebemiz. Günde en az sekiz ekmek yeriz. Kış gelince Hacı Ebe'nin kocası Koca Mehmet dede de gelir yanımıza. Sayımız çoğalır, çoğalır da yarıya düşer ekmek sayısı. Niye mi? Girdiği savaşları,  olayların başını sonunu kaybederek anlatan dedemiz sık sık "Öhö,öhö!" diyerek ağzından çıkanları oturduğu mindere silerdi de ondan. O yaştaki adam bir de geceyarısı kalkar turşu küpüne elini daldırıp turşu yerdi.Tuvalete gitmek için kalktığımızda da bize yakalanırdı. Ara sıra babalarımız gelirdi üç beş kuruş harçlık vermek için. En çok da Nasuh ağabeyin babası Aşır emmiye hayret ederdim. Köyden Nevşehir'e, bizim yanımıza gelince hemen yatar, yattığı ile de uyuduğu bir olurdu.
   Köyümüzün bu kentte okuyan gençleri, tatillerde köye aynı minibüsle gelir giderdik. O zamanlar köyden Nevşehir'e vasıta bulmak zordu. Çevre köylerden gelip orada okuyanlarla da tanışır kaynaşırdık. Hayatın sıkıntılarını çok çekmiş, hapishanelerde yatmış, genç denebilecek yaşta yitirdiğimiz Osman Çoban da o zaman ortaokulda okurdu. Aynı yaşlardaydık. Ne bilsin ortaokul çocuğu siyaseti, şunu bunu. Sinemaya ve o zamanın magazin dergisi "Ses" dergisine çok meraklıydı. Babası Sait amca kağnıya koştuğu eşek arabasıyla üzüm satardı bizim köylerde. Osman'ı da (Osmanlı) burada bir iç burukluğu ile anmak istedim. Gençliklerinde onun gibi idealist düşünenlerin çoğu sonradan müteahhit oldular. Düşman oldukları sınıfa geçtiler; ama Osman hiç değişmedi. Yoksul geldi, yoksul gitti.
   Sözünü ettiğim bu beş kişi, bir de ebemiz iki yıl bir arada kaldık. İkinci yıl askerlik şubesine yakın bir evde, teneke toplayan Küsmez Ağa'nın evinde oturduk. Futbol hastası bir albay vardı şube başkanı. Akşam üzeri bizleri şubenin bahçesinde toplar, takım kurardı. Bizim Yağmur Kaya'nın top oynayışını da çok beğenirdi.
   Ortaokul üçüncü sınıfta yine rahmetli ağabeyim, ben ve arkadaşım Mehmet Deveci (Mehmet Ali) aynı evde kaldık. Aşçımız da rahmetli Hakkı dayımdı (Çavuş). Kara örtü bir evde oturuyoruz. Evin iki odası var. Gece yatınca evin üstünü örten ağaçlar çatır çatır ediyor. Zamanla yağmurun suyu sıza sıza bu ağaçların uçlarını çürütmüş.
   Yer sofrasını kurmuşuz. Öğle yemeği. Aynı kabın içindeki patatesi kaşıklıyoruz. Yanında soğan eksik olur mu hiç. Bizim M. Ali'yi bıraksan adam sabah kahvaltısında çayın yanında da soğan yiyecek. Bir çatırtı. Tavanın ortasında elektrik kablosunun ve ucunda ampulün bulunduğu direk yerde. Çürüyen ucundan kopup tam üstümüze düştü. Hakkı dayım, ben ve M. Ali, üç tarafa yattık. Direk çürüyen ucuyla tek taraflı tabana düştüğü için kurtardık. Hakkı dayım:
   -Aman uşaklar, direğe dokunmayın, ıslak, elektrik çarpar, diye bağırıyordu.
   O gece öbür küçük odada yattık. Orası da farklı değildi. Direklerin ucu çatır çatır ettikçe gel de uyu.
   Ortaokulu bitirdiğim yıl polis kolejine başvurmak istedim. Başvuruyu yapabilmek için de devlet hastahanesinden heyet raporu almam gerekiyordu. Ayrıca başvuru için yaşım küçük geldi. Zaten bir yaş küçük yazılmışım. O yıl bir çarşamba günü Hacıbektaş'tayız. Yaşımı büyütmek için mahkemeye gireceğiz. Hacıbektaş'ın pazarı o gün olmadığı için babam kim varsa ilçede bulmuş getirmiş. İki şahitten biri rahmetli Ömer amca (Ömer Köksal, Recep'in, Ahmet'in babası). Hâkimin odasına girdik. Sıra şahitlere gelince hâkim, Ömer amcaya sordu:
   - Bu delikanlının adı ne?
   -Bilmem ki hâkim bey, Asım mıydı, Yusuf muydu?
   Hâkim güldü, bu saf, temiz adamın yanıtına:
   -Peki, sen adını bilmediğin birinin yaşını, doğduğu tarihi nasıl bileceksin?
   Ömer amcam kara kara düşünürken hâkim de kararı yazdırarak yaşımızı bir yaş büyüttü. Kayseri'ye rapor almak için ağabeyimle gittik; ama gözümüz bozuk olduğu için raporu alamadık, polis de olamadık.
   ***
   Yazmak, hep yazmak istiyorum. Bu yazının başında dediğim gibi o yıllardan beri günlük tutabilseydim neler yazardım neler. Fransızların çok sevdiğim bir atasözleri var: "Gençlik bilseydi, ihtiyarlık yapabilseydi." derler. Yine de olanı biteni, aklımda az çok tutabildiklerimi elden geldiğince yazacağım. Bazen de üzülürüm. Niye köyümdeki yaşlılardan eski hikâyeleri dinleyip not almadım diye.
   Bir manşet okudum bugün
   Gazetenin birinde
   Şöyle diyordu:
   "Altı yüz liraya köle düzeni"
   Kimdi bunlar biliyor musunuz
   Bir kömür ocağında
   Yerin iki yüz metre altında
   O ocağın yüzü kömür karası
   On dokuz öleni

   Ey hayat, bu mu kanunun, adaletin
   Gelir mi dersiniz bir gün
   Değiştirecek, bu düzeni
   ......................

   Numan Kurt
   11 Aralık 2009

PEKMEZ TADINDA








“İnsanlar üzüm gibidir, gösterdiğiniz ilgiye göre ya pekmez olur ya da sirke.”
...........................
Tatlımız yufka ekmekle pekmezdi bizim
Karlı pekmez de içtik kış günlerinde
Bilmezdik çikolatayı, şokellayı, bilmem neyi
Köftür, ceviz eksik olmazdı analarımızın dolabında
Aklıma geldi, anlatayım dedim şu anımı
Pekmez tadında
Pekmez sever misiniz bilmem. Çoğu insanın sevdiğini, doğal besleyici olarak da özellikle kışın evine alıp yediğini biliyorum. İlkokulun son iki yılını bağlık bahçelik bir köyde, Hacıbektaş'ın Topayın (Akçataş) köyünde okudum. Ağabeyimin ilk öğretmenliğe başladığı şirin bir köydü. Oranın parmak üzümüne, kara üzümüne doyum olmazdı. O güzelim üzümlerin bir kısmı şarap olurdu, bir kısmı da pekmez. Üzümün çiğnenerek şırasının akıtılıp şaraba hazırlanması ya da pekmez kazanında kaynatılışı bugünkü gibi gözümün önünde. Şarabın evlerde kaçak yapılışı yasaktı. Evi okula yakın komşu Ali Dayı, jandarmaya ihbardan korktuğu için iki küp şarabını "Hoca, bunları okulun kömürlüğüne koy, burada şarap olduğu kimsenin aklına gelmez." diye okul kömürlüğüne koydurmuştu. Bazı akşamlar Ali Dayı misafirliğe gelince beni kömürlüğe yollarlar "Haydi, bir tas şarap getir." derlerdi. Ben de çocukluk bu ya, getirirken tadına bakardım. Şarap neyse de o köydeki pekmezin tadına doyum olmazdı.
Şimdi o şirin köyde çeşmelerin kuruduğunu, bağın bahçenin pek kalmadığını oralı bir arkadaş ara sıra anlatır. Bir de şaka ekler sözün sonuna "Bak, bizim şaraptan içtiğin için böyle yüzünden kan damlıyor."
Bir "pekmez akıllı" hikâyesi anlatmak istedim de sözü böyle dönüp dolaştırdım. Ankara'da oturan Kırşehirliler iyi bilir. Kırşehirlilere diğer illerden gelenler "pekmez akıllı" derler. Köyüm, idari olarak Nevşehir'e bağlı olsa da çokları bizi Kırşehirli diye bilir.
1996 yılı Nisan ayında Ankara-Batıkent Mobil Lisesi'ne atandım. Aradan iki üç ay geçti. Öğretmen arkadaşlarla birbirimizi tanıyıp yavaş yavaş şakalaşmaya da başladık. Bir gün öğretmenler odasında oturuyoruz. Ben odanın kapıya yakın bölümünde masadayım, iki üç arkadaş da koltuklarda oturuyor. Biri ağırdan ağırdan bana takılmaya başladı:
-Hocam, bu Kırşehirlilere neden pekmez akıllı diyorlar?
-Ben, Nevşehirliyim; ama yakın olduğumuz için Kırşehirli de sayılırım. Zaten eski ilimiz de Kırşehir'miş. Pekmez çok tatlıdır, herhalde hemşehrilerimizin aklı da tatlı olduğu için öyle demişler.
Konuşma böyle şaka yollu sürerken öğretmenler odasının kapısında iri yarı, saçları dökülmüş biri belirdi. İşin ilginç yanı iki elinde de küçük pekmez bidonları vardı. Ayrıca da orada oturanlara dönmüş beni soruyordu:
-Efendim, iyi günler, ben Numan Kurt'la görüşmek istiyorum.
Şaşkın şaşkın soruyu sorana ve bidonlara bakan arkadaşlar beni gösterip:
-İşte, karşında oturuyor, dediler.
Bidonları masaya bırakıp elime sarılarak:
-Hocam, ben sizin Mucur'dan öğrenciniz Mahmut Sarıyıldız, uzun zaman geçtiği için tanıyamadım, kusura bakmayın.
Mahmut'la sarıldık, öpüştük. Arkadaşlar da şaşkınlık içindeydi. Hem görünüş olarak yaşı bana yakın olan birinin öğrencim olması hem de tam "pekmez muhabbeti" yaparken iki bidon pekmezle gelmesi onlara ilginç gelmişti. Mahmut bir okulda öğretmenlik yapıyormuş. Boş kalan zamanlarında da pekmez, acı toz biber gibi yiyecek maddeleri satıyormuş. Bu eski öğrencim Mucur'un İnaç köyündendi. Sohbetin ve olayın böyle çakışıp örtüşmesi üzerine epeyce konuşup gülüştük.
Daha sonra Mahmut, sık sık okula pekmez, biber satmak için geldi. Ben de onu çalıştığı okulda ziyaret ettim. Çok ilgi gösterdi, iltifat etti. Hep pekmezle uğraştığı için böyle güler yüzlü ve neşeliydi Mahmut herhalde. Bu da işin şakası.
.............................
Bu arada Kırşehirlilere neden “pekmez akıllı” denmiş, onun değişik öykülerine dönelim. Bakın halk zekası iki sözcükten oluşan bir deyim üzerine ne söylenceler üretmiş:
Kırşehirli hemşehrimiz Ankara pazarında Kırşehir'den getirdiği pekmezleri satmaya gitmiş, kısa bir süre sonra hepsini satmış, cebine parasını koymuş. Ardından ihtiyaçlarını karşılamak üzere şöyle bir pazarı gezmiş ve pazardan alacak bir şey bulamayınca gitmiş, sattığı pekmezden kazandığı parasıyla başka bir satıcıdan tekrar pekmez satın almış. Bunun sebebini soranlara da pazarda pekmezden daha değerli bir şey bulamadığını söylemiş. Diğer satıcılar buna pek anlam verememişler; ama bıyık altından da gülmeyi ihmal etmemişler. Hemşehrimiz bir hafta sonra yine aynı pazarda geçen hafta aldığı pekmezleri güzel bir kârla tekrar satmış. Kırşehirli hemşehrimizin bu kıvrak zekası karşısında oldukça etkilenen diğer pazar esnafı bundan böyle tüm Kırşehirlilere “pekmez akıllı” demeye başlamışlar.
……………………
Bir kış günü Kırşehirli hemşehrimiz, o zamanki adı ile "Hergele Meydanı"nda (Daha sonra ismi İtfaiye Meydanı oldu.) şimdiki adı ile Opera Meydanı'nda pekmez satarmış. Oradan geçen bir adam evine büyük birkaç parça cam götürürmüş; ancak cam o yana kayar, bu yana kayar adama zorluk çıkarırmış. Pekmez satmaya çalışan bizim Kırşehirli, "Birader o cam öyle gitmez, şuradan iki kilo pekmez al, sana nasıl götüreceğini söyleyeyim." demiş. Camı götürmekte zorlanan adam bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüş ve hemşehrimizden iki helke pekmezi satın almış. Bizim pekmezci hemşehrimiz adama: "Camların köşelerine, parmağınla pekmez sür, rahat rahat götürürsün." demiş. Adam hemşehrimizin dediğini yapmış ve rahatça camı evine götürmüş. Gel gör ki, camları evinde birbirinden ayıramamış. Soluğu tekrar bizim pekmezcinin yanında almış ve durumu anlatmış. Uyanık hemşehrimiz adama "Şuradan iki helke pekmez daha al da kolayını söyleyeyim." demiş. İki helke daha pekmez alan adama, "Camların arasına sıcak su dök hemen ayrılır." demiş. İşte hemşehrimizin pratik zekâsına, uyanıklığına şahit olan çevresindekiler hemşehrimize bundan böyle hep akıllı adam anlamında "pekmez akıllı" demişler.
………………
Kırşehirli bir ağanın konağı yanmış. Ağa telaşla etrafındakilere bağırıyormuş; "Pekmezi alın çıkın gerisine ellemeyin!" diye... Çünkü ağanın ağa olmasının sebebi pekmez üretip satmasından dolayı imiş. O da kendisini ve çalışanlarını bu günlere getiren nimete nankörlük etmek istemeyip, saygısını bu şekilde göstermek istemiş...
………..
Eskiden hacca at ve develerle giderlermiş. Bizim Kırşehirli hacı da hazırlanmış, devesine yükünü yüklemiş. İki çanak da pekmez sarıp çıkmış yola, katılmış hac kervanına. Kimse de akıl erdirememiş bizim hocanın yanında pekmez götürmesine. Varmışlar Arabistan çölüne, yatakları serip bir güzel yatmışlar. Bu arada bizim hacı daldırmış cezveyi pekmez çömleğine, yattığı yerin etrafına bir çember çizip dökmüş pekmezi. Sabah kalktıklarına bir de bakmışlar ki herkes panik içinde. Çünkü birçok kişiyi akrep sokmuş. Bizim Kırşehirli hacının pekmezine takılan akrepleri gören diğer hacılar ise hemşehrimizin niye yanında pekmez getirdiğini anlamışlar ve o andan itibaren hemşehrimize akıllı adam anlamına gelen “pekmez akıllı” demeye başlamışlar.

***
Bak, çal şu kapıyı
Ne öyküler anlatırlar sana
Geçip giderken bu dünyadan
Senden de kalsın hatıralar
İçtenlikle, sevgiyle anlatılan
Anılar ki hepsi eski fotoğraflar tadında
Dökülen birer yaprak
Yaşamdan
...........................................................
 Numan Kurt
 29 Kasım 2009

BİR YOL HİKÂYESİ









Tuhaf bir duygu; ama nedense severim “yol” sözcüğünü. “Yol” deyince aklıma “kavuşmak, özlem gidermek, eşi dostu, akrabayı görmek, uzun süredir görmediklerini şaşırtmak” gelir.
Yılda bir kez, ilkbahar ya da sonbaharda düşerim memleket yollarına. O kıraç topraklarda ne var bilmem? Çeker götürür beni uzayıp giden yollar arkadaşa, akrabaya, boz toprağa.
Köyümde kalan birkaç akrabayı, çevre köylerdeki akraba ve arkadaşlarımı, bir de köy mezarlığında yatan anamı, babamı ziyaret ederim. Mezarlıkta hüzünlenir, akraba arkadaş görmelerinde “Oooo, hoş geldin, ne iyi ettin!” sözleriyle mutlu olur, onları da mutlu ederim.
Yollar
Uzanıp kıvrılan
Dere tepe aşan yollar
Çocukluğumda, gençliğimde toprak
Şimdi asfalt yollar
Özlemi bitiren, sevgiyi ileten
Kavuşanları mutlu eden
Ekin tarlaları arasında
Eşe dosta, arkadaşa giden yollar
Bir yol öyküsü anlatmak istedim on yıl öncesinden
Sıradan, öylesine
Ama beni duygulandıran
***
   -Turgut,köye yolculuk ne zaman?
   -Ekim ortasında gideceğim, niye sordun?
   -Arabada başka kimse yoksa ben de geleyim, hem sana arkadaşlık ederim hem de memleket havası alırım.
   -Gitme vakti yaklaşınca sana haber veririm.
   Benzer konuşma birkaç defa tekrarlandı, daha önce de gidişlerimiz oldu. 17 Ekim sabahı yola çıktık bu sonuncusunda. Hafta sonu, trafik rahat. İlk durağımız yol üstünde çuvallarla soğanın kayılı olduğu bir yer. Turgut, her yıl kendisinin ve ablasının kışlık soğanını buradan alırmış. Bu Kılıçlı köyünün soğanı da pek ünlüymüş. Soğan satıcısı çiftçi, zayıf, sakalı uzamış, elli iki yaşında olduğunu söyleyen; ama yetmişinde görünen, poyrazın sanki kavurduğu bir adam. Ben dönüşte almaya karar veriyorum. Adamla kısa sohbetten sonra yola devam ediyoruz.
   Kavurmuş yaylanın ayazı
   Ne diş kalmış ağızda
   Ne de vücutta bir dirhem et
   "Yok beyim yok"diyor
   "Şu kuru soğan da olmasa açız
   Haydi güle güle, siz sağ
   Ben selamet"

   Kırıkkale'ye girdik. Verdiğim bir sözü yerine getirmek istedim. 1980'li yılların ortalarında Mucur Ortaokulu'nda çalışırken aynı sınıfta olan ikizlerden Mehmet'i görmek için. Yirmi kaç yıl sonra bu ikizlerle facebook aracılığı ile birbirimizi bulduk. Levent, Amasya Şeker Fabrikası laboratuvarında çalışıyormuş. Mehmet ise Kırıkkale'de diş hekimi. Yolumuzun üzeri olduğu için Mehmet'le görüştük. Babaları Talat Bey de o zamanlar Mucur Pancar Bölge Şefi'ydi. Dersine girmediğim; ama çok başarılı bir öğrenci olarak bildiğim ablasının eczanesinde kısa bir süre buluştuk Mehmet'le. Ankara Sakarya Caddesi'nde bira içme sözüyle ayrıldık. Bu da benim için geçip giden yaşamın ayrı bir tadı oldu. İkizleri üç yıl hiç ayıramamıştım birbirinden. Sınıfta soru sorunca "Mehmet" dersem, eğer soruyu Levent biliyorsa o kalkarmış veya tersi olurmuş.
  " Ne güzel
   Size değer verenleri görmek
  Yıllardan sonra
   Ama
   Öyle acımasız ki zaman
   "Hiç değişmemişsiniz hocam!" deseler de
   Değişen daha o kadar çok şey var ki
   Saçlardan başka "
   Bozkırda uzayıp giden, yılan gibi kıvrılan yollar. Yol boyunda tek tük söğütten, kavaktan başka ağaç hak getire. Çıplak tepeler, tepeler...Boş tarlalar. Kırşehir'e giriyoruz. Adının tersine şehir içi epeyce yeşil. Dışına bakarsan adı tam kendine uygun. Ameliyat geçiren teyze oğlumu, Ömer belemi kısa ziyaretten sonra yakındaki bir yerden peynirli, yumurtalı dört çörek yaptırıp yola düşüyoruz. Belem; parmak üzümü, domates,biber de verdi ya, köyde onları iyice sardırıp yiyeceğiz.
   İlicek'ten köy yoluna dönünce Turgut'un ilk sözü "Arkadaş, dışarda olunca burnumda tütüyor şu köy. Böyle gelip de görünce hevesim geçiyor." oldu. Niye geçiyor Turgut kardeşim? O kırk, elli sene önceki köy yok da ondan. Köy boşalmış, az sayıda insan kalmış. O insanlara elbetteki hiçbir sözümüz olamaz. Her zaman hoş beş edip hatır sorarlar; ama çiftçiliğin, hayvancılığın yok olduğu köyde köye özgü ne beklersin ki sen? Önce Turgut'un ayakta kalan baba evine gidiyoruz. Sağa sola bakıyor, "Anam daha Kayseri'ye gitmemiş." diyor. Yazın köyde kalan Saniye teyzeyi telefonla arıyor. Bu arada çöreklerle parmak üzümünü mideye indiriyoruz. Saniye teyze gelince de köy muhtarlığına, mezarlığa uğramak üzere yola çıkıyoruz.
   " Evler evler
   Kim bilir neler yaşandı
   Nelere şahit oldu bu evler
   Şimdi yıkık dökük hepsi
   Arada avluyla çevrili kalmış
   Tek tük evler
   Olsa bile konuyla komşuyla
   Bağları kopuk evler "
   Köy muhtarlığında kimse yok. Köyle ilgili yazılarımı yeğenim Selçuk, kitapçık haline getirmişti. İki tanesini muhtarlığa vermek istedim. Duvarın dibinde oturan birkaç köylümüzle merhabalaştık. Kitaptan bazı bölümler okuduk. Okuduklarımızı Ali Deveci(Kaye'nin Ali), Sadi Akyürek ve İsmail Köksaldı(Kıfır Hacı'nın İsmail) çok sevdiler. Durup durup "Köyde de kalmadın ya, nereden hatırlıyorsun tüm bunları?" dediler. Geri uğrayacağımızı söyleyerek aşağı mezarlığa gittik. Uzun zamandır yağmur yağmadığı için her taraf toz içinde.Hele mezarlığın içi. Fare deliklerinden adım atacak yer yok. Yan yana yatan babamla anama, diğer yakınlarımıza görevimizi yaptıktan sonra Turgut her mezarın tek tek fotoğrafını çekti. Soyadlarına göre köy sitesine bu fotoğrafları koymuş. Bu paylaşımcı arkadaşıma gönülden teşekkürler. Böyle paylaşımları her zaman yapıyor.
   " Bir zamanlar ne avlusu vardı bu mezarlığın
   Ne de mermerden yapılmış mezarlar
   Okudum taşları tek tek
   Çocukluğumuzda, gençliğimizde
   Hayata sarılıp yaşayanlar
   Şimdi mezar taşlarında yazılı
   Duygulandım
   Neler neler düşündürdü bana
   Onları böyle görmek"
   Köye dönerken Turgut'un bir yakınının ikram ettiği köy ayranını içtik. O gün ablasında kalacak olan arkadaşım Kızılağıl köyüne giderken beni de İlicek'te eski adıyla "Bekleme"de bıraktı. Kayseri'ye gidip yakınlarımı, yeğenlerimi görecektim. Gittim, ölümünün üzerinden bir yıl geçen ağabeyimin çocuklarını, diğer yakınlarımı görmek beni mutlu etti. Onun mezarında hüzünlensem de ne yapalım, hayat bu. Günler, aylar, yıllar geçip giderken bu hayatı az da olsa renklendirmek gerek.
   ..........


   Numan Kurt
   28 Ekim 2009

HAYAL ETMEK, ÖZLEM DUYMAK







"Tükendi artık hayallerimiz
Yaşlanıyoruz
Hayallerden öne çıktı özlemlerimiz"
***
"İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar" der Yahya Kemal
"Deniz Türküsü" şiirinde
Düşünürüm
Hayalleri olmayan insan var mıdır yer yüzünde
Gerçekleşir bazı hayallerimiz
Bazen de sükutu hayale uğrarız biz
İşte benimki de öylesine bir hayal
Bozkırdaki köyüm için
Deseler ki
"Kardeşim şimdi yaşamadığın yer için bu hayal de neyin nesi?"
Derim ki ben de
"Haklısınız; ama hayal işte belli ki
Yüz elli hane iken köyüm bir zamanlar
Düşmüş otuz kırk haneye
Yedi öğretmenli okulunda
Cıvıl cıvıl iken çocuklar
Şimdi o okulun bahçesinde, içinde
İn cin top oynar
İsterim ki yalnız köyüm değil
Hayal ettiğim gibi olsun yurdumun tüm köyleri
İki çocuk da kalsa köyde
Yetiştirsin onları öğretmenleri"
***
Uzun yıllar bozkırda bir ilçede, Kırşehir'in Mucur ilçesinde, sonra Ankara-Batıkent'te bir lisede görev yaptıktan sonra 1998'de emekli oldum. Emeklilikten sonra ne yapmalıydım? On yıla yakın da üniversiteye öğrenci hazırlayan dershanelerde çalıştım. Zaman durmaz akıp giderdi.Boşluğa düşmek, bir uğraşımın olmaması bunalıma sokardı beni. Ne bilgisayarım vardı ne de yazı yazmak gibi bir uğraşım.
Köyümüz adına bir sitenin kurulduğunu öğrenince site kurucusu arkadaşım Turgut Temizyürek’in de isteğiyle “KÖYÜMÜ ANARIM” adlı ilk yazımı yazdım. Bu yazıyı ricam üzerine o zaman çalıştığım dershanedeki sevgili genç arkadaşlarım bilgisayara geçtiler, köy sitemize gönderdiler.
O yazımda Necati Cumalı’nın “Selim’i Anarım” adındaki bir öyküsünden söz etmiştim. O öyküdeki Selim yoksul; ama yapıcı bir insandı. Davasına bakan avukatın yazıhanesini bile çiçek bahçesine çevirmişti. Dünyaya iyimser gözle bakan, yaşamı üretmek, çalışmak olarak algılayan bu adam benim hep kahramanım olmuştur. Çevremizde böyle insanlar çok olsaydı ülkemiz, çevremiz,doğamız çok daha değişik olurdu. Hele de benim o ağaçsız, çeşmesiz, bahçesiz köyümde böyle insanlar ne kadar da gerekliydi.
Oturduğum sitenin bahçesi yemyeşil. Buraya ilk geldiğim yıl beni ziyarete gelen bir arkadaşımla buradaki çeşit çeşit ağaçlara bakarken arkadaşım bana, “Bunun adı ne, bunun adı ne?” diye soruyordu. Ben de “Ne bileyim, benim köyümde ağaç mı vardı, ben söğütle kavaktan başkasını bilir miyim sanki!” demiştim. Şimdi şimdi köydeki bazı evlerin bahçesinde az da olsa ağaç var. Bizim çocukluğumuzda, gençliğimizde hiç yoktu. Belki bir gün Selim gibi insanlar çoğalır da o bozkırdaki köyüm , şair Ziya Osman Saba’nın dediği gibi “Bir yer düşünüyorum yemyeşil/ Bilmem neresinde yurdun/ Bir ev günlük güneşlik/ Çiçekler içinde memnun” bir yer durumuna gelir.
O öyküdeki Selim’i anmışken yıllarca arkadaşlık yaptığım, her gidişimde de ziyaret ettiğim Mucurlu emekli öğretmen Muzaffer Yıldırım’dan da söz etmeden geçemeyeceğim. Mucur-Yücesan tesislerinin tam karşısındaki yol Mucur’un Şatıroğlu Mahallesi'ne gider. Yeşillikler içinde giderken köye girişteki ilk evden sonra arabanızı sağ tarafta durdurun. Derenin içine doğru yürüyün. Hani Orhan Veli demiş ya “Gemlik’e doğru denizi göreceksin/ Sakın şaşırma” diye. Siz de sakın şaşırmayın. Orada el emeği doğa cennetini göreceksiniz. Selam verip oturmaktan çekinmeyin. Hoş gönüllü Muzaffer öğretmenin çayı da hazırdır, başka içecekleri de. Sözüne sohbetine de doyum olmaz. Bunları yılların dostluğu ile iltifat olsun diye yazmıyorum. Gidin, kendiniz görün. İnsan eliyle doğada neler yapılırmış.
Bunca girişten sonra ben de köyümle ilgili geçmişe dönük özlemlerimi, geleceğe dönük hayallerimi o çok sevdiğim şiir-öykü tarzı anlatımımla yazayım dedim. Bir yandan geleceğe dönük hayallerimi dile getirirken bir yandan da geçmişte yaşadıklarıma özlemimi anlattım.
Bu yazıyı okuyan, beni tanıyanlar şöyle diyebilirler: “Kardeşim köyüne gidip yerleşmemi, Ankara'da, Didim'de yaşıyorsun hem de köyünle ilgili hayal kuruyorsun. O zaman gidip yerleşseydin ya köyüne.” Ne diyeyim haklısınız; ama benim köyümde hiç toprağım yok, olsa da yetmiş yaşından sonra bu hayaller nasıl gerçekleşir. İşte böyle ben geçmişe özlem, geleceğe hayal içinde olayım, gençler gerçekleştirsin bunları.
***
Çıksam
Şu Kırlangıç’ın tepesine
Başka seyredecek tepe mi var
Baksam bozkırdaki köyüme
Söğütler,kavaklar,gürgenler arasında
Yalnız kırmızı kiremitli evleri görsem
Yeşillikler içinde
Ya da desem ki Ziya Osman Saba'nın şiirindeki gibi
“Bir yer düşünüyorum, yemyeşil,
Bilemem neresinde yurdun
Bir ev günlük güneşlik
Çiçekler içinde memnun”
Özlerim
Sabah güneşi yükselirken
Anamın göçmen sobasında pişirdiği
Peynirli, onun yüreği gibi sıcacık kömbeleri
Üst gözünde sobanın fokur fokur
Çay kaynarken
Yurdumun yemyeşil köylerinde olduğu gibi
Köyüme yerleşmiş emekliler
Köy odasının önünde
Çay, kahve,ayran içiliyor
Söğütlerin altında
Siyasetten, ekonomiden dem vuruluyor
Ara sıra da okey oynansın canım
Mutluluk içinde
Özlerim
Baharda,yazda
Hele de kış aylarında
Köy odalarında, Alişen Emmi’nin dükkânında
O sekiz köşe kasketli köylülerimin
Sohbetlerini
Evde, tarlada, avluda, ahırda
Gece gündüz çalışan
Söz hakkı olmayan analarımıza, bacılarımıza üzülür
Onların
Kadınlarımızın, gelinlerimizin
Yalnız
Kapı önü serpenekte
Kirman eğirip çorap örüşlerini
Düğünlerde ellerinde deflerle
“Su sızıyor sızıyor” deyişlerini
Özlerim
Her evde artık bilgisayar var
Baba, sabah sabah gazeteleri okuyor
Anne mi, o da merak etmiş
Yemek pişirme konusunda
Bilmediklerine bakıyor
Köyde oturup kalmıyor emekliler
Bağda, bahçede yeşertmek için köylerini
Çalışıyorlar
Ellerinde kürekler, beller
Oynamayı ben pek beceremezdim ama
Ne de hoşuma giderdi
Komşu köylerle yapılan
O kale direksiz sahalardaki futbol maçları
Köyün tek minibüsüyle ya da
Traktör vagonetine oturup maça gitmeyi
Özlerim
Yarın bilmem kimin doktor oğlu
Köye gelecekmiş
Emeklileri, çocukları
Sağlık kontrolünden geçirecekmiş
Haftaya da ziraat profesörü
Meyvecilik, buğday yetiştirme konusunda
Bilgi verecekmiş
Köyün kalkınması için de herkes
Elele vermiş
Tek gözlü, iki gözlü odalarda
Üç beş köy çocuğu
Okurduk kentte kasabada
Köye gelince haziranda
Başaklanan ekin tarlalarında
Bekçi korkusuyla yolduğumuz ekinlerden
Firik ütmeyi özlerim
Ne geçmişin özlemine ne de geleceğin hayaline
Saplanıp kalmadım
“İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” diyor ya şair
Kimi severek okur bunları
Kimi de güler geçer
Benimki de böyle bir uğraş işte
Anlatmanın zevkini başka şeylerde
Bulamadım
......................................................
Numan Kurt

ANALAR AĞLAR (Şerife'ye)



Analar ağlar
Ağlar analar, gelinlikle örtülmüş
Tabutun başında
"Ah güzel kızım, yakıştı mı ölüm sana
Hani ben vardım sırada"
İşte o zaman kim olursan ol
Tutamazsın kendini
Akar gözyaşın sel gibi
Bak, cana yakın, güleryüzlü Şerife
Tüm arkadaşların gelmişler
Ağlıyorlar
"İnanamıyoruz, bu nasıl iştir"
Diye diye
Ölüm bu
Kaçınılmaz
Gençmiş, yaşlıymış anlamaz
Bakarsın
Daha birkaç gün önce
Halaybaşındaki esmer, güzel kızımız
Şimdi son yolculuğunda
O soğuk tabutun içinde
Bir tesellisi varsa
Sevenlerinin
Onların hep aklındasın
Mezar denen o gizemli yerde
Sevgili babanın yanındasın
.........

Numan Kurt
 24 Ağustos 2009

........................................................................



ACIDIR GENÇ ÖLÜMLER

Bir arkadaşlık isteği geldi facebooktan
Ramazan Gündüz
Bilemedim kimin nesidir
“Gündüz” soy adlı tanıdıklarım vardı Kıran köyünden
“Kendini tanıt!” diye sordum kendisinden
“Ben,” dedi “Numan Yılmaz'ın oğlu Mehmet'in torunuyum”
Okuyunca bu cümleyi
Sızladı yüreğim

Genç yaşta acılarla bırakıp gitmişti Mehmet
Feci bir kazada yitirmiştik onu
Acılarla bıraktı anneyi, babayı
Ve de bizleri
Başka ne anlatayım, ne deyim

“Amca,” dedi Ramazan “benim resmimi çizdin, çok güzel olmuş
Dedemin fotoğrafını göndersem
Onun da resmini çizer misin”
“Çizmez miyim” dedim, “çizerim elbette”
Yalnız Ramazan'la değil
Tanıştık
“Biz akrabayız” dedik
Annesi, Mehmet'in üç kızından biri Zeynep'le

Aldım kara saçlı,kara kaşlı, kara gözlü Mehmet'in fotoğrafını karşıma
Onun orataokuldaki hali, güzel çocukluğu geldi aklıma
Bilmem ne kadar benzetebildim
İçim hüzünle dolu
Resmettim Mehmet'i rahmet dileklerimle
Ak kağıda
.............................................
Numan Kurt

YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...