10 Ocak 2010 Pazar

“ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ DAL İSTER KONACAK”







"Geçmişi bir kitap gibi kullanın eviniz gibi değil.”
R. Wilkins
“Geçmişin keşkeleri ve geleceğin endişeleri şu ânımızı çalan iki hırsızdır.”
Üstün Dökmen
“Yaz geçmiş, kış geçmiş, can eskimiş, ruh eskimiş. Akıp giden zaman ömrün bahanesiymiş. Uzun uzun yaşamak değil, doya doya yaşamak en güzeliymiş."
***
Yazdıklarımı okuyanlar içinde “Bu adam da geçmişe çok takılıp kalıyor, ne var bu elli altmış yıl öncesinin yoksunluklar içindeki geçmişinde?" diye düşünebilirler. Çoğu anılarımda çocukluk, gençlik yıllarımı anlattığım için böyle düşünmeleri de doğaldır.
Gerçekten öyle miyim? Kesinlikle hayır. Daha başka yazılarımda belirttiğim gibi geçmişin yaşanmışlıklarını, kültürünü yazabildiğim, becerebildiğim kadarıyla geleceğe aktarmak istiyorum. Anadolu bozkırının bir köyünde doğdum, çocukluğumu, gençlikteki okul yıllarımın tatil aylarını o köyde, Sadık köyünde yaşadım. İşte o yıllardan bende kalanları anlatıyorum. Anlattıklarım şu “Z kuşağı” dedikleri gençlere çok uzak. Bizim de o kadar uzaklarımız vardı ki... Ne televizyon ne cep telefonu ne de hayatı kolaylaştırıp basitleştiren diğer araçlar.
“Kim, kaç kişi okuyor da geçmişi geleceğe aktarıyorsunuz?” diye düşünenlere de şöyle diyebilirim. Bir kişi de okusa yeter, ben öyle binlerce kişinin okuyacağı yazar olabilseydim ne öyküler, ne romanlar yazardım.
Yukarıda R. Wilkins’in sözünde olduğu gibi geçmişi evim gibi kabul edip oraya demir atmıyorum, kitap gibi okuyup geleceğe aktarma çabasındayım.
***
Çamaşır yığıldı mı dağ gibi
Ne diyorlar şimdi
“Doldur makineye
Üzme öyle kendini, yaslan geriye
O yıkar, kurutur verir eline”
Çamaşır da bulaşık da şimdi öyle
Ama biz zamana yolculuk yapalım
Gidelim şöyle altmış yıl geriye
Zaman tünelinden o yıllara bakalım
Anadolu kadınının, erkeğinin emeğine
Emekten öte çilesine
İlkokul yıllarım köyde, diğer okul yıllarımın da yaz tatilleri köyde geçti. Bu yazıda da o çocukluk, gençlik yıllarımdan aklımda kalanları anlatmaya çalıştım. Çamaşır makinesinin, deterjanların olmadığı, ekmeği fırından pişmiş haliyle almadığımız günleri ve daha nice zorlukları aktarmak istedim.
“Şimdi Gölyeri, Kuruhüyük kaldı mı?” demiştim bir yazımda. Kalmadı. Köyün etrafındaki tüm çayırlar kurudu, boz toprak oldu. İçinde küçük bir çay akan, kaynak suyunun çıktığı pınar bulunan Gölyeri ile ilgili anlatacaklarım var da ondan söze böyle girdim.
Gölyeri, bizim köyle Tataryeğenağa köyü arasında bir çayırlık. Diğer çayırlıklardan farkı içindeki çay ve pınar. Rahmetli babam sert görünüşlü bir adamdı. Yanında bırakın arkadaşça konuşmayı, ayağımızı uzatıp oturamazdık bile. Mahallenin çocuklarını “Hasan emminiz geliyor!” diye korkuturdu anneleri. Dövmediği, sövmediği halde bakışlarından korktuğumuz bu adam, yaşlılığında da her şeye ağlayacak kadar duygusallaşmıştı.
Babam,1950’li yılların sonunda Ankara’da mide ameliyatı olmuştu. Sonradan “Yanlış yapmışlar, midemin çoğunu almışlar.” diye yakındığı bu ameliyattan gelişini hayal meyal hatırlarım. Eli midesinde, solgun bir yüzle bir akşam eve geldiğinde bizler evin bir köşesine büzülmüş, üzüntümüzü bile belli edememiştik. Annemin ağladığını biliyorum.
Köylümün hitap şekliyle Hasan Çavuş yani babam, bundan sonra köyün tulumbalardan çıkan sert, kumlu suyunu hiç içmedi. Biz iki kardeş ona uzun süre, köyün dışındaki Gölyeri’ndeki pınardan su taşıdık. Eşeğe heybeyi atar, testileri heybenin iki gözüne yerleştirir getirirdik suyu. Kaynağından pırıl pırıl büngüldeyen bu suyu tasla testilere doldururduk. Zahmetli olmasının yanında bizim için çok keyifli bir işti bu. Köyden uzakta, çayırlık alanda yerden çıkan suyu eğilip içmek ayrı bir mutluluktu. Eve getirdiğimizde babamdan başka kimse içemezdi o suyu.
***
Köyde o zamanlar elektrik yok. Doğal olarak çamaşır makinesinin adı bile bilinmez. Peki nerede yıkanacak kirlenenler? Haydi ufak tefek günlük kirlenenleri evde leğende yıkadın, kilimi, palazı, yorgan, yatak yüzü ne olacak? Bunun için de özellikle yaz sonlarında yunnağa gidilir. Şimdiki gençler “Yunnak da neymiş ?” diye düşünebilirler. İşte bu saydıklarımın yıkanması olayıdır yunnak. Ben Gölyeri’ne gittiğimizi hatırlıyorum. Genellikle traktörle gidilirdi; ama olmayınca eşeklerle gidildiğini de biliyorum. Çayırın ortasındaki küçük çayın yanına ateş yakılır. Üzerine kara kazanlar kurulur. Isınan suyla getirilen kirliler yıkanır. Sonra tokaçlanıp çayın suyu ile durulanır. Yıkananlar akşama dek kuruması için çayırın üzerine serilir. Biz çocuklara gelince:
Billur gibidir kaynağında su
Koşarız bir çaput topun peşinden
Ne de tatlı gelir
Yorulunca çökelekli dürüm
Ve de bir tas pınar suyu
Çalışan analar, bacılar olur, yorulan biz oluruz
Onlar tokaçla döverken çamaşırı
Biz oyunlarla mutlu oluruz
Akşam, yıkananlar kuruyunca eve dönülür. Anaların işi bitmez. Herifin, çocukların karnı acıkmıştır, sıcak aş gerekir. Tarla tapan işleri, çamaşır bulaşık, yemek derdi, çocukların bakımı, bir de koca kahrı hatta dayağı; en ağır işçiydi köyde kadınlar.
O kocasının adıyla bile seslenmediği, çoğu kasabayı bile görmeyen, ha bir çalışan ha bire doğuran kadınlar.
***
“Değirmende döner taşım
Sevda değil bu bir hışım
Uy amman amman
Uy amman amman”
Ekinler, temmuz sonlarında biçilir. Buğdayın iyisi elenir, temizlenir, yeygilik için ayrılır. Un ya da bulgur yapılacaktır kış için. Değirmen yoktu köyümüzde. En yakın değirmen Kızılağıl köyündeydi, şosenin kenarında. Traktörle giderdik değirmene. Bir kez eşeklere çuvalları atarak da gittiğimizi hatırlıyorum. Ağabeyim giderken de gelirken de altı kilelik (yaklaşık iki yüz kilo) çuvalları sırtlar atardı vagonete. Değirmene varınca her şey hazır mı? Sıra bekleyeceksin. Arkadaşım M.Ali Deveci ile bir gece Kızılağıl’da onun akrabalarında kaldığımızı hatırlıyorum. Büyüklerimiz de traktör vagonetinde sabahlamış olmalı. Buğdayı öğütmenin de ayrı bir keyfi vardır.
Boşaltırsın buğdayı çuvaldan üstteki tekneye
Sıcak sıcak un akar, el yakar
Dolar alttaki tekneye
Değirmenci bağırır:
"Hey uşaklar! Geçiyor değirmenin boğazı"
Kürekle doldurulur çuvallara sıcacık un
Basacaksın o unu tıka basa
Eğilip bükülmesin çuval, giderken
Taş gibi ola
Bu zahmetlerle eve getirilen un tandırdaki sacda yufka, çörek; göçmen fırınında kömbe olur. Yine buğdaydan yapılmış bulgurla bir pilav pişirip de serdin mi yufkanın üzerine tadına doyum olmaz.
Ne zaman sabahları kalkınca annemizin yaz günleri dışarıya, kışın içeriye kurulmuş göçmen sobasında içi peynirli ya da çökelekli kömbe yaptığını görsek o gün bizim için bayramdı. Sobanın yan tarafındaki fırın kısmından sıcak sıcak sofra bezinin üstüne dökülen kömbeler, onların mis kokusu en büyük ziyafetti bizim için.
***
Daha önceki yazılarımda da zaman zaman belirttim. Tek amacım köyümün geçmişteki, bugün de kalıntıları olan kültürünü tanıtmak. Geleceğe olabildiği kadarıyla kendimce aktarmak.
Ben ne diyeyim, bir Fransız atasözü şöyle diyormuş:
"Gençler umutlarıyla, yaşlılar anılarıyla yaşar."
...............................................................................................................................................................................
   Numan Kurt
   7 Ocak 2010






GÜN GEÇER, ÇALIŞIR ZAMANIN DEĞİRMENİ












Siz bilir misiniz Nevşehir simidinin tadını 

O her zaman yediğiniz simitlere benzemez
Çıkar çıkmaz
Sımsıcak
Ve de elin yanarak yiyeceksin
Tadı kaçar dağılır biraz bayatlayınca
Nasıl mutlu olurduk
Nevşehir'de
O yılların tek ortaokuluna yakın fırından
Yeni çıkmış o simidi
Yirmi beş kuruşa alınca

Geçmişte yaşadıklarımızı anlatırken o günlere bir özlem mi vardı içimizde? Neydi bizi kırk, elli yıl önceki yaşanmışlıklarımızı anlatırken mutlu kılan? Geleceği düşünmeden hep geçmişi mi özlüyoruz yaş yetmiş olunca? Oysa bugün yaşamı kolaylaştıracak her şey o kadar çoğaldı ki...
Bunları sordum kendime yazıya başlarken. Yanıtını da yine kendim vereyim.
Öncelikle geçmişe dönerek kendi yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Bildiğiniz, yaşayıp gördüğünüz olaylar olduğu için hem anlatım kolaylaşıyor hem de yazmaktan keyif alıyorsunuz.
Uzun yıllar geçtiği için olayların olumsuz yönleri çoğu zaman siliniyor, içinizde tatlı bir anı olarak kalan olumlu yanlarını anlatıyorsunuz.
Artık ne kadarsa bu yeryüzünde güneşi göreceğiniz günler, insan olarak bu ömür içinde acı tatlı olaylar yaşamışsınızdır. Hele işiniz kutsal meslek olan öğretmenlikse “insan”la uğraşıyorsunuz. Anlatacak o kadar yaşanmışlığınız vardır. Kimseye “Neden yazmıyorsun, anlatmıyorsun?” deme hakkım yok. Az da olsa anlatanlar oluyor.
“Sen yazıyorsun, yazdıkların sıradan bir yaşam içinde olabilecek olaylar. Kimi, ne kadar ilgilendiriyor? Ancak geçmişe dalıp kendini avutuyorsun.” diye düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki “Hiç önemli değil. Birincisi ben yazdıkça mutlu oluyorum. İçimi döküyorum. En azından torunlarım ola ki bir gün okuduğunda 'Dedem, zorluklar içinde okumuş, o zamanlar bizde olan olanakların hiçbiri yokmuş.' desinler, dünden bugüne yaşayış farkını anlatayım yeter. Ayrıca diğer yazılarımdan da anlaşılır ki geçmişe takılıp kalan biri değilim.”
Anlatılanların ille de bir serüven romanı ya da filminde anlatılanlar gibi olması gerekmez. Yıllardır görmediğiniz okul arkadaşlarınızla buluşmanızı içine duygularınızı katarak anlatmak da mutluluk verir insana. İşte bu nedenle dört yıldır katıldığım buluşmaları yazdım. Okuyunca mutlu olan arkadaşlarımın duyguları bana yeter.
Ortaokul yıllarımızda birkaçımız birleşerek kentte ya da kasabada ev tutarak okurduk. Aşağıda anlatacaklarım o yıllarla ilgilidir. Bu yazıyı daha önce de paylaştım. Sayfama yeni katılan arkadaşlarımın ve önceden okumayan arkadaşlarımın okuması dileğiyle yine paylaşıyorum. Çünkü bu yazının yazılış tarihi on bir yıl önce.


KENTTE KÖY ÇOCUKLARI

   Değişik konularda söyleşirken sık sık kullandığımız bir söz vardır: "Şimdiki aklım olsaydı..." deriz. Şimdiki aklımız o zaman olsaydı ne yapardık bilinmez; ama bu cümleyi kullanmaktan da ayrı bir zevk alırız. Ben de diyorum ki bugünkü gibi düşünebilseydim ortaokulun ilk yıllarından başlayarak günlük tutardım. Öğrencilerime de bunu sürekli önerdim. Anılar aklımda bölük pörçük kalmaz, daha canlı, daha ayrıntılı belirirdi. Köyünden ayrılıp ortaokul okumak için Nevşehir gibi bir kente giden, ilk kez bir kent görüp orayı dünyanın merkezi zanneden birinin yani benim anlatacaklarım var. Bugünün gençlerinden okuyanlar olursa bizlerin hangi koşullarda eğitim gördüğümüzü kendi durumlarıyla karşılaştırarak daha iyi anlarlar.
   İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim halde bir yıl daha okudum o şirin, bağlık bahçelik Topayın köyünde. Ağabeyimin yanına göndermişlerdi beni. O yıl maddi durum iyi değil diye bir yıl geciktirilmişti ortaokula gidişim. O köyün bağları, bahçeleri, bir de eli öpülesi yengemin göçmen sobasında yaptığı sıcak peynirli kömbeler hep aklımdadır.
   Ortaokula gittiğimde beş kişi bir evde kalırdık. Andıkça hep gözlerimin yaşardığı iki güzel insan, ağabeyim Yusuf Kurt, yine ağabeyim kadar yakın olduğum Nasuh Çelik. İkisi lisede okurlardı. İzzet Ünlütürk öğretmen okulunda, şimdi nerelerdedir hiç bilmediğim arkadaşım Yağmur Kaya ile ben de ortaokuldaydık. Ağabeyim daha sonra öğretmen okuluna geçiş yaptı. Şimdi elimde o günlerin tanığı bir fotoğraf var. Baktıkça duygulanırım. Ağabeyimin yoğun bakımdaki hali, iki kelime olsun konuşamayışımız, Nasuh ağabeyi de tedavisi sırasında, saçları dökülmüş haliyle bir düğünde görüp kendimi tutamayıp ağlayışım gelir aklıma. Keşke derim,o fotoğrafta bize o güzel yemekleri yapan, hakkını ödeyemeyeceğim Hacı Ebe de olsaydı. İki yıl yemeğimizi pişirdi o nurlu kadın. Hep Hacı Ebe dediğimiz için adını bugün de bilmem. Şimdi iki yaprak düştü o fotoğraftan.
   Kafamızda sarı şeritli okul şapkası
   Gezeriz
   Aval aval sokaklarda
   O küçük Anadolu kenti
   Bize sanki dünyanın merkezi

   Levhaları okumak en büyük zevkimiz
   Sinemaya gitmek
   İki filmi üst üste seyretmek
   Numarasız koltuklarda
   Sadece cumartesi öğleninde serbest
   Ayhan Işık, Fatma Girik
   Orhan Günşiray, Göksel Arsoy
   Ve de Türkan Şoray
   Hiç unutamadığım Ahmet Tarık Tekçe, Erol Taş
   İkisi de kalleşlikle arkadaş

   Anlatırdık bu filmleri
   Yazın köye geldiğimizde
   Ekin tarlaları yanında
   "Esas oğlanla kız, sonunda kavuştular..." diye diye
   Başka il, ilçelerde okuyan
   Arkadaşlara

   İki göz yerde beş genç, bir de ebemiz. Günde en az sekiz ekmek yeriz. Kış gelince Hacı Ebe'nin kocası Koca Mehmet dede de gelir yanımıza. Sayımız çoğalır, çoğalır da yarıya düşer ekmek sayısı. Niye mi? Girdiği savaşları,  olayların başını sonunu kaybederek anlatan dedemiz sık sık "Öhö,öhö!" diyerek ağzından çıkanları oturduğu mindere silerdi de ondan. O yaştaki adam bir de gece yarısı kalkar turşu küpüne elini daldırıp turşu yerdi. Tuvalete gitmek için kalktığımızda da bize yakalanırdı. Ara sıra babalarımız gelirdi üç beş kuruş harçlık vermek için. En çok da Nasuh ağabeyin babası Aşır emmiye hayret ederdim. Köyden Nevşehir'e, bizim yanımıza gelince hemen yatar, yattığı ile de uyuduğu bir olurdu.
   Köyümüzün bu kentte okuyan gençleri, tatillerde köye aynı minibüsle gelir giderdik. O zamanlar köyden Nevşehir'e vasıta bulmak zordu. Çevre köylerden gelip orada okuyanlarla da tanışır kaynaşırdık. Hayatın sıkıntılarını çok çekmiş, hapishanelerde yatmış, genç denebilecek yaşta yitirdiğimiz Osman Çoban da o zaman ortaokulda okurdu. Aynı yaşlardaydık. Ne bilsin ortaokul çocuğu siyaseti, şunu bunu. Sinemaya ve o zamanın magazin dergisi "Ses" dergisine çok meraklıydı. Babası Sait amca kağnıya koştuğu eşek arabasıyla üzüm satardı bizim köylerde. Osman'ı da (Osmanlı) burada bir iç burukluğu ile anmak istedim. Gençliklerinde onun gibi idealist düşünenlerin çoğu sonradan müteahhit oldular. Düşman oldukları sınıfa geçtiler; ama Osman hiç değişmedi. Yoksul geldi, yoksul gitti.
   Sözünü ettiğim bu beş kişi, bir de ebemiz iki yıl bir arada kaldık. İkinci yıl askerlik şubesine yakın bir evde, teneke toplayan Küsmez Ağa'nın evinde oturduk. Futbol hastası bir albay vardı şube başkanı. Akşam üzeri bizleri şubenin bahçesinde toplar, takım kurardı. Bizim Yağmur Kaya'nın top oynayışını da çok beğenirdi.
   Ortaokul üçüncü sınıfta yine rahmetli ağabeyim, ben ve arkadaşım Mehmet Deveci (Mehmet Ali) aynı evde kaldık. Aşçımız da rahmetli Hakkı dayımdı (Çavuş). Kara örtü bir evde oturuyoruz. Evin iki odası var. Gece yatınca evin üstünü örten ağaçlar çatır çatır ediyor. Zamanla yağmurun suyu sıza sıza bu ağaçların uçlarını çürütmüş.
   Yer sofrasını kurmuşuz. Öğle yemeği. Aynı kabın içindeki patatesi kaşıklıyoruz. Yanında soğan eksik olur mu hiç. Bizim M. Ali'yi bıraksan adam sabah kahvaltısında çayın yanında da soğan yiyecek. Bir çatırtı. Tavanın ortasında elektrik kablosunun ve ucunda ampulün bulunduğu direk yerde. Çürüyen ucundan kopup tam üstümüze düştü. Hakkı dayım, ben ve M. Ali, üç tarafa yattık. Direk çürüyen ucuyla tek taraflı tabana düştüğü için kurtardık. Hakkı dayım:
   -Aman uşaklar, direğe dokunmayın, ıslak, elektrik çarpar, diye bağırıyordu.
   O gece öbür küçük odada yattık. Orası da farklı değildi. Direklerin ucu çatır çatır ettikçe gel de uyu.
   Ortaokulu bitirdiğim yıl polis kolejine başvurmak istedim. Başvuruyu yapabilmek için de devlet hastahanesinden heyet raporu almam gerekiyordu. Ayrıca başvuru için yaşım küçük geldi. Zaten bir yaş küçük yazılmışım. O yıl bir çarşamba günü Hacıbektaş'tayız. Yaşımı büyütmek için mahkemeye gireceğiz. Hacıbektaş'ın pazarı o gün olmadığı için babam kim varsa ilçede bulmuş getirmiş. İki şahitten biri rahmetli Ömer amca (Ömer Köksal, Recep'in, Ahmet'in babası). Hâkimin odasına girdik. Sıra şahitlere gelince hâkim, Ömer amcaya sordu:
   - Bu delikanlının adı ne?
   -Bilmem ki hâkim bey, Asım mıydı, Yusuf muydu?
   Hâkim güldü, bu saf, temiz adamın yanıtına:
   -Peki, sen adını bilmediğin birinin yaşını, doğduğu tarihi nasıl bileceksin?
   Ömer amcam kara kara düşünürken hâkim de kararı yazdırarak yaşımızı bir yaş büyüttü. Kayseri'ye rapor almak için ağabeyimle gittik; ama gözümüz bozuk olduğu için raporu alamadık, polis de olamadık.
   ***
   Yazmak, hep yazmak istiyorum. Bu yazının başında dediğim gibi o yıllardan beri günlük tutabilseydim neler yazardım neler. Fransızların çok sevdiğim bir atasözleri var: "Gençlik bilseydi, ihtiyarlık yapabilseydi." derler. Yine de olanı biteni, aklımda az çok tutabildiklerimi elden geldiğince yazacağım. Bazen de üzülürüm. Niye köyümdeki yaşlılardan eski hikâyeleri dinleyip not almadım diye.

   Bir manşet okudum bugün
   Gazetenin birinde
   Şöyle diyordu:
   "Altı yüz liraya köle düzeni"
   Kimdi bunlar biliyor musunuz
   Bir kömür ocağında
   Yerin iki yüz metre altında
   O ocağın yüzü kömür karası
   On dokuz öleni

   Ey hayat, bu mu kanunun, adaletin
   Gelir mi dersiniz bir gün
   Değiştirecek, bu düzeni
   ...............................................................

   Numan Kurt
   11 Aralık 2009

PEKMEZ TADINDA








“İnsanlar üzüm gibidir, gösterdiğiniz ilgiye göre ya pekmez olur ya da sirke.”
***
Tatlımız yufka ekmekle pekmezdi bizim
Karlı pekmez de içtik kış günlerinde
Bilmezdik çikolatayı, şokellayı, bilmem neyi
Köftür, ceviz eksik olmazdı analarımızın dolabında
Aklıma geldi, anlatayım dedim şu anımı
Pekmez tadında
Pekmez sever misiniz bilmem. Çoğu insanın sevdiğini, doğal besleyici olarak da özellikle kışın evine alıp yediğini biliyorum. İlkokulun son iki yılını bağlık bahçelik bir köyde, Hacıbektaş'ın Topayın (Akçataş) köyünde okudum. Ağabeyimin ilk öğretmenliğe başladığı şirin bir köydü. Oranın parmak üzümüne, kara üzümüne doyum olmazdı. O güzelim üzümlerin bir kısmı şarap olurdu, bir kısmı da pekmez. Üzümün çiğnenerek şırasının akıtılıp şaraba hazırlanması ya da pekmez kazanında kaynatılışı bugünkü gibi gözümün önünde. Şarabın evlerde kaçak yapılışı yasaktı. Evi okula yakın komşu Ali Dayı, jandarmaya ihbardan korktuğu için iki küp şarabını "Hoca, bunları okulun kömürlüğüne koy, burada şarap olduğu kimsenin aklına gelmez." diye okul kömürlüğüne koydurmuştu. Bazı akşamlar Ali Dayı misafirliğe gelince beni kömürlüğe yollarlar "Haydi, bir tas şarap getir." derlerdi. Ben de çocukluk bu ya, getirirken tadına bakardım. Şarap neyse de o köydeki pekmezin tadına doyum olmazdı.
Şimdi o şirin köyde çeşmelerin kuruduğunu, bağın bahçenin pek kalmadığını oralı bir arkadaş ara sıra anlatır. Bir de şaka ekler sözün sonuna "Bak, bizim şaraptan içtiğin için böyle yüzünden kan damlıyor."
Bir "pekmez akıllı" hikâyesi anlatmak istedim de sözü böyle dönüp dolaştırdım. Ankara'da oturan Kırşehirliler iyi bilir. Kırşehirlilere diğer illerden gelenler "pekmez akıllı" derler. Köyüm, idari olarak Nevşehir'e bağlı olsa da çokları bizi Kırşehirli diye bilir.
1996 yılı Nisan ayında Ankara-Batıkent Mobil Lisesi'ne atandım. Aradan iki üç ay geçti. Öğretmen arkadaşlarla birbirimizi tanıyıp yavaş yavaş şakalaşmaya da başladık. Bir gün öğretmenler odasında oturuyoruz. Ben odanın kapıya yakın bölümünde masadayım, iki üç arkadaş da koltuklarda oturuyor. Biri ağırdan ağırdan bana takılmaya başladı:
-Hocam, bu Kırşehirlilere neden pekmez akıllı diyorlar?
-Ben, Nevşehirliyim; ama yakın olduğumuz için Kırşehirli de sayılırım. Zaten eski ilimiz de Kırşehir'miş. Pekmez çok tatlıdır, herhalde hemşehrilerimizin aklı da tatlı olduğu için öyle demişler.
Konuşma böyle şaka yollu sürerken öğretmenler odasının kapısında iri yarı, saçları dökülmüş biri belirdi. İşin ilginç yanı iki elinde de küçük pekmez bidonları vardı. Ayrıca da orada oturanlara dönmüş beni soruyordu:
-Efendim, iyi günler, ben Numan Kurt'la görüşmek istiyorum.
Şaşkın şaşkın soruyu sorana ve bidonlara bakan arkadaşlar beni gösterip:
-İşte, karşında oturuyor, dediler.
Bidonları masaya bırakıp elime sarılarak:
-Hocam, ben sizin Mucur'dan öğrenciniz Mahmut Sarıyıldız, uzun zaman geçtiği için tanıyamadım, kusura bakmayın.
Mahmut'la sarıldık, öpüştük. Arkadaşlar da şaşkınlık içindeydi. Hem görünüş olarak yaşı bana yakın olan birinin öğrencim olması hem de tam "pekmez muhabbeti" yaparken iki bidon pekmezle gelmesi onlara ilginç gelmişti. Mahmut bir okulda öğretmenlik yapıyormuş. Boş kalan zamanlarında da pekmez, acı toz biber gibi yiyecek maddeleri satıyormuş. Bu eski öğrencim Mucur'un İnaç köyündendi. Sohbetin ve olayın böyle çakışıp örtüşmesi üzerine epeyce konuşup gülüştük.
Daha sonra Mahmut, sık sık okula pekmez, biber satmak için geldi. Ben de onu çalıştığı okulda ziyaret ettim. Çok ilgi gösterdi, iltifat etti. Hep pekmezle uğraştığı için böyle güler yüzlü ve neşeliydi Mahmut herhalde. Bu da işin şakası.

***
Bu arada Kırşehirlilere neden “pekmez akıllı” denmiş, onun değişik öykülerine dönelim. Bakın halk zekası iki sözcükten oluşan bir deyim üzerine ne söylenceler üretmiş:
Kırşehirli hemşehrimiz Ankara pazarında Kırşehir'den getirdiği pekmezleri satmaya gitmiş, kısa bir süre sonra hepsini satmış, cebine parasını koymuş. Ardından ihtiyaçlarını karşılamak üzere şöyle bir pazarı gezmiş ve pazardan alacak bir şey bulamayınca gitmiş, sattığı pekmezden kazandığı parasıyla başka bir satıcıdan tekrar pekmez satın almış. Bunun sebebini soranlara da pazarda pekmezden daha değerli bir şey bulamadığını söylemiş. Diğer satıcılar buna pek anlam verememişler; ama bıyık altından da gülmeyi ihmal etmemişler. Hemşehrimiz bir hafta sonra yine aynı pazarda geçen hafta aldığı pekmezleri güzel bir kârla tekrar satmış. Kırşehirli hemşehrimizin bu kıvrak zekası karşısında oldukça etkilenen diğer pazar esnafı bundan böyle tüm Kırşehirlilere “pekmez akıllı” demeye başlamışlar.

***
Bir kış günü Kırşehirli hemşehrimiz, o zamanki adı ile "Hergele Meydanı"nda (Daha sonra ismi İtfaiye Meydanı oldu.) şimdiki adı ile Opera Meydanı'nda pekmez satarmış. Oradan geçen bir adam evine büyük birkaç parça cam götürürmüş; ancak cam o yana kayar, bu yana kayar adama zorluk çıkarırmış. Pekmez satmaya çalışan bizim Kırşehirli, "Birader o cam öyle gitmez, şuradan iki kilo pekmez al, sana nasıl götüreceğini söyleyeyim." demiş. Camı götürmekte zorlanan adam bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüş ve hemşehrimizden iki helke pekmezi satın almış. Bizim pekmezci hemşehrimiz adama: "Camların köşelerine, parmağınla pekmez sür, rahat rahat götürürsün." demiş. Adam hemşehrimizin dediğini yapmış ve rahatça camı evine götürmüş. Gel gör ki, camları evinde birbirinden ayıramamış. Soluğu tekrar bizim pekmezcinin yanında almış ve durumu anlatmış. Uyanık hemşehrimiz adama "Şuradan iki helke pekmez daha al da kolayını söyleyeyim." demiş. İki helke daha pekmez alan adama, "Camların arasına sıcak su dök hemen ayrılır." demiş. İşte hemşehrimizin pratik zekâsına, uyanıklığına şahit olan çevresindekiler hemşehrimize bundan böyle hep akıllı adam anlamında "pekmez akıllı" demişler.

***
Kırşehirli bir ağanın konağı yanmış. Ağa telaşla etrafındakilere bağırıyormuş; "Pekmezi alın çıkın gerisine ellemeyin!" diye... Çünkü ağanın ağa olmasının sebebi pekmez üretip satmasından dolayı imiş. O da kendisini ve çalışanlarını bu günlere getiren nimete nankörlük etmek istemeyip, saygısını bu şekilde göstermek istemiş.

***
Eskiden hacca at ve develerle giderlermiş. Bizim Kırşehirli hacı da hazırlanmış, devesine yükünü yüklemiş. İki çanak da pekmez sarıp çıkmış yola, katılmış hac kervanına. Kimse de akıl erdirememiş bizim hocanın yanında pekmez götürmesine. Varmışlar Arabistan çölüne, yatakları serip bir güzel yatmışlar. Bu arada bizim hacı daldırmış cezveyi pekmez çömleğine, yattığı yerin etrafına bir çember çizip dökmüş pekmezi. Sabah kalktıklarına bir de bakmışlar ki herkes panik içinde. Çünkü birçok kişiyi akrep sokmuş. Bizim Kırşehirli hacının pekmezine takılan akrepleri gören diğer hacılar ise hemşehrimizin niye yanında pekmez getirdiğini anlamışlar ve o andan itibaren hemşehrimize akıllı adam anlamına gelen “pekmez akıllı” demeye başlamışlar.

***
Bak, çal şu kapıyı
Ne öyküler anlatırlar sana
Geçip giderken bu dünyadan
Senden de kalsın hatıralar
İçtenlikle, sevgiyle anlatılan
Anılar ki hepsi eski fotoğraflar tadında
Dökülen birer yaprak
Yaşamdan
..............................................................
 Numan Kurt
 29 Kasım 2009

KISA YA DA UZUN; DÜN, BUGÜN, YARIN DERKEN BU YOL BİTER BİR GÜN









(Bir yol öyküsü)
“Gördüm iki kişi mezar eşiyor
Gam gasavet gelmiş boydan aşıyor
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor
Gel de bu dünyayı yor deli gönül”
Sivaslı şair Ruhsati’nin bu şiirine, bir de yazının başlığına bakarak insan ve tüm canlılar için kaçınılmaz sonuç olan “ölüm”den söz edeceğimi sanmayın. Bu şiirin türküsünü severek dinlerim, dokunur bana. Bugün de televizyonda bu türküyü dinledim. Şöyle düşündüm kendi kendime: Hayat da bir yoldur. Bazen uzayıp giden bazen de çabucak biten. Bu yol kimi zaman virajlarla, kasislerle doludur kimi zaman da dümdüz, engelsiz akar gider.
“Yolunuz düz, engelsiz olsun.” diyerek yaşadığım hayat içinde gittiğim bir yolu, memleket yolunda geçen bir günü anlatacağım size. Büyük kazanımlar sahibi olup mutlu olmayı beklemedim hiç. Yaşadığım sessiz, düz hayat içinde küçük kazanımlar mutlu etti beni. Kış günü karlı, soğuk bir havada paltomun yakası kalkık, kulaklarım kızarmış, ellerim üşümüş halde eve geldiğimde sobamız sıcacıksa, ellerimi üzerine uzatıp ısıtabildiysem ondan keyif aldım. Sabahın altısında çalıştığım ilçenin gazete bayiinden gazetemi almak, ders anlatırken gözüme bakanlara bir şeyler verdiğime inanabilmek hep sevindirdi beni. Doğru ya da yanlış büyük beklentilerim olmadı.
Emeklilik yıllarımda da bu yazıları yazabilmenin yanında kafam estikçe arabama atlayıp ya da bir arkadaşın arabasıyla memlekete gidip akrabaları, arkadaşları, köy mezarlığında yatan anamı, babamı ziyaret etmek, içli çörekle birlikte siyah üzüm yemek, ayran içmek, yol boyundaki köylerde , ilçede, ilde arkadaşlarıma uğrayıp çay içerek sohbete dalmak mutluluğu bulduğum uğraşlar oldu.

  Yollar
  Uzanıp kıvrılan dere tepe aşan yollar
  Çocukluğumda, gençliğimde toprak
  Şimdi asfalt yollar
  Özlemi bitiren, sevgiyi ileten
  Kavuşanları mutlu eden
  Ekin tarlaları arasında
  Memleketime, eşe dosta, akrabaya, arkadaşa giden yollar
  Bende unutulmaz anılarınız var
  Bir yol öyküsü anlatmak istedim geçen yılların ardından
  Sıradan, öylesine
  Ama beni duygulandıran
***
İşte şimdi de anlatacağım bir yol hikâyesi:

-Turgut, köye yolculuk ne zaman?
-Ekim ortasında gideceğim, niye sordun?
-Arabada başka kimse yoksa ben de geleyim, hem sana arkadaşlık ederim hem de memleket havası alırım.
-Gitme vakti yaklaşınca sana haber veririm.
Benzer konuşma birkaç defa tekrarlandı, daha önce de gidişlerimiz oldu. 17 Ekim sabahı erkenden çıktık bu en son köy yolculuğuna. Hafta sonu, bir de sabahın altısı, trafik rahat. İlk durağımız yol üstünde çuvallarla soğanın kayılı olduğu bir yer. Turgut, her yıl kendisinin ve ablasının kışlık soğanını buradan alırmış. Bu Kılıçlı köyünün soğanı da pek ünlüymüş. Soğan satıcısı çiftçi, zayıf, sakalı uzamış, elli iki yaşında olduğunu söyleyen; ama yetmişinde görünen, poyrazın sanki kavurduğu bir adam. Ben dönüşte almaya karar veriyorum. Adamla kısa sohbetten sonra yola devam ediyoruz. Köylünün görünüşü, konuşması bana dokundu.
Kavurmuş yaylanın ayazı
Ne diş kalmış ağızda ne de vücutta bir dirhem et
"Yok beyim yok" diyor
"Şu kuru soğan da olmasa açız
Haydi güle güle, siz sağ ben selamet"
Kırıkkale'ye girdik. Verdiğim bir sözü yerine getirmek istedim. 1980'li yılların ortalarında Mucur Ortaokulu'nda çalışırken aynı sınıfta olan ikizlerden Mehmet'i görmek için. Yirmi kaç yıl sonra bu ikizlerle facebook aracılığı ile birbirimizi bulmuştuk. Levent, Amasya Şeker Fabrikası laboratuvarında çalışıyormuş. Mehmet ise Kırıkkale'de diş hekimi. Yolumuzun üzeri olduğu için Mehmet'le görüştük. Babaları Talat Bey de o zamanlar Mucur Pancar Bölge Şefi'ydi. Dersine girmediğim; ama çok başarılı bir öğrenci olarak bildiğim ablasının eczanesinde kısa bir süre buluştuk Mehmet'le. Ankara Sakarya Caddesi'nde bira içme sözüyle ayrıldık. Bu da benim için geçip giden yaşamın ayrı bir tadı oldu. İkizleri üç yıl hiç ayıramamıştım birbirinden. Sınıfta soru sorunca "Mehmet" dersem, eğer soruyu Levent biliyorsa o kalkarmış veya tersi olurmuş.
Ne güzel
Size değer verenleri görmek yıllardan sonra
Ama
Öyle acımasız ki zaman
"Hiç değişmemişsiniz hocam!" deseler de
Değişen daha o kadar çok şey var ki
Saçlardan başka
Bozkırda uzayıp giden, yılan gibi kıvrılan yollar. Yol boyunda tek tük söğütten, kavaktan başka ağaç hak getire. Çıplak tepeler, tepeler...Boş tarlalar. Kırşehir'e giriyoruz. Adının tersine şehir içi epeyce yeşil. Dışına bakarsan adı tam kendine uygun. Ameliyat geçiren teyze oğlumu, Ömer belemi kısa ziyaretten sonra yakındaki bir yerden peynirli, yumurtalı dört çörek yaptırıp yola düşüyoruz. Belem; parmak üzümü, domates, biber de verdi ya, köyde onları iyice sardırıp yiyeceğiz.
İlicek'ten köy yoluna dönünce Turgut'un ilk sözü "Arkadaş, dışarda olunca burnumda tütüyor şu köy. Böyle gelip de görünce hevesim geçiyor." oldu. Niye geçiyor Turgut kardeşim? O kırk, elli sene önceki köy yok da ondan. Köy boşalmış, az sayıda insan kalmış. O insanlara elbette hiçbir sözümüz olamaz. Her zaman hoş beş edip hatır sorarlar; ama çiftçiliğin, hayvancılığın yok olduğu köyde köye özgü ne beklersin ki sen? Okul bile kapanmış. Köye girerken çürüyen okul binasına üzülerek bakmak elde değil.
Önce Turgut'un ayakta kalan baba evine gidiyoruz. Sağa sola bakıyor, "Anam daha Kayseri'ye gitmemiş." diyor. Yazın köyde kalan Saniye teyzeyi telefonla arıyor. Bu arada çöreklerle parmak üzümünü mideye indiriyoruz. Saniye teyze gelince de köy muhtarlığına, mezarlığa uğramak üzere yola çıkıyoruz.
Evler evler
Kim bilir neler yaşandı
Nelere şahit oldu bu evler
Şimdi yıkık dökük hepsi
Arada avluyla çevrili kalmış tek tük evler
Olsa bile konuyla komşuyla
Bağları kopuk evler
Köy muhtarlığında kimse yok. Köyle ilgili yazılarımı yeğenim Selçuk, kitapçık haline getirmişti. İki tanesini muhtarlığa vermek istedim. Duvarın dibinde oturan birkaç köylümüzle merhabalaştık. Kitaptan bazı bölümler okuduk. Okuduklarımızı Ali Deveci (Kaye'nin Ali), Sadi Akyürek ve İsmail Köksaldı (Kıfır Hacı'nın İsmail) çok sevdiler. Durup durup "Köyde de kalmadın ya, nereden hatırlıyorsun tüm bunları?" dediler. Geri uğrayacağımızı söyleyerek aşağı mezarlığa gittik. Uzun zamandır yağmur yağmadığı için her taraf toz içinde. Hele mezarlığın içi. Fare deliklerinden adım atacak yer yok. Yan yana yatan babamla anama, diğer yakınlarımıza görevimizi yaptıktan sonra Turgut her mezarın tek tek fotoğrafını çekti. Soyadlarına göre köy sitesine bu fotoğrafları koymuş. Bu paylaşımcı arkadaşıma gönülden teşekkürler. Böyle paylaşımları her zaman yapıyor.
Bir zamanlar ne avlusu vardı bu mezarlığın
Ne de mermerden yapılmış mezarlar
Okudum taşları tek tek
Çocukluğumuzda, gençliğimizde
Hayata sarılıp yaşayanlar
Şimdi mezar taşlarında yazılı
Duygulandım
Onların da umutları, hayalleri, mutlulukları, acıları vardı bir zamanlar
Neler neler düşündürdü bana
Onları böyle görmek"
Köye dönerken Turgut'un bir yakınının ikram ettiği köy ayranını içtik. O gün ablasında kalacak olan arkadaşım Kızılağıl köyüne giderken beni de İlicek'te eski adıyla "Bekleme"de bıraktı. Kayseri'ye gidip yakınlarımı, yeğenlerimi görecektim. Gittim, ölümüyle bizi üzüntü, acılarla bırakan ağabeyimin çocuklarını, diğer yakınlarımı görmek beni mutlu etti. Onun mezarında hüzünlensem de ne yapalım, hayat bu. Günler, aylar, yıllar geçip giderken bu hayatı az da olsa renklendirmek gerek.
....................................................................................................................................................................................................
Numan Kurt




   ..........


   Numan Kurt
   28 Ekim 2009

ANALAR AĞLAR (Şerife'ye)



Analar ağlar
Ağlar analar, gelinlikle örtülmüş tabutun başında
"Ah güzel kızım, yakıştı mı ölüm sana
Hani ben vardım sırada"
İşte o zaman kim olursan ol
Tutamazsın kendini
Akar gözyaşın sel gibi
Bak, cana yakın, güleryüzlü Şerife
Tüm arkadaşların gelmişler
Ağlıyorlar
"İnanamıyoruz, bu nasıl iştir" diye diye

Ölüm bu
Kaçınılmaz
Gençmiş, yaşlıymış anlamaz
Bakarsın
Daha birkaç gün önce
Halay başındaki esmer, güzel kızımız
Şimdi son yolculuğunda
O soğuk tabutun içinde

Bir tesellisi varsa
Sevenlerinin
Onların hep aklındasın
Mezar denen o gizemli yerde
Sevgili babanın yanındasın
.........................................

Numan Kurt
 24 Ağustos 2009

........................................................................



ACIDIR GENÇ ÖLÜMLER

Bir arkadaşlık isteği geldi facebooktan
Ramazan Gündüz
Bilemedim kimin nesidir
“Gündüz” soy adlı tanıdıklarım vardı Kıran köyünden
“Kendini tanıt!” diye sordum kendisine
“Ben,” dedi “Numan Yılmaz'ın oğlu Mehmet'in torunuyum”
Okuyunca bu cümleyi
Sızladı yüreğim

Genç yaşta acılarla bırakıp gitmişti Mehmet
Feci bir kazada yitirmiştik onu
Acılarla bıraktı anneyi, babayı
Ve de bizleri
Başka ne anlatayım, ne diyeyim

“Amca,” dedi Ramazan “benim resmimi çizdin, çok güzel olmuş
Dedemin fotoğrafını göndersem
Onun da resmini çizer misin”
“Çizmez miyim” dedim, “çizerim elbette”
Yalnız Ramazan'la değil
Tanıştık, “Biz akrabayız” dedik
Annesi, Mehmet'in üç kızından biri Zeynep'le

Aldım kara saçlı, kara kaşlı, kara gözlü Mehmet'in fotoğrafını karşıma
Onun ortaokuldaki hali, güzel çocukluğu geldi aklıma
Bilmem ne kadar benzetebildim
İçim hüzünle dolu
Resmettim Mehmet'i rahmet dileklerimle
Ak kağıda
.............................................
Numan Kurt

KÖYÜMDEN İSİMLER DESTANI (10)



   Elimden geldiğince, dilim döndüğünce anlattım, anlattım. Bu aynı başlık altında onuncu ve de sonuncu yazım olacak. Köyümün bazı insanlarını bildiğim özellikleriyle, bazılarını yalnız ismiyle anarak yazdım. Ben o köyden altmışlı yılların başında ayrıldım. Tatillerde elbette köyüme kısa süreli de olsa gitmişliğim olmuştur. Herkesi, her yönüyle tanımam mümkün değil. Tanısam bile köy insanımızı değişik yönleriyle anlatmak çok uzun yazılar yazmamı gerektirirdi. Hani çok söylenir ya yazının, konuşmanın sonunda, "Sürç-ü lisan ettikse affola!" diye. Ben de öyle diyorum. Şimdi altmışlı yaşlarda olan okumuşlarımızı anlatmaya çalışarak bu dizi yazımı bitiriyorum.

Bin dokuz yüz ellili yılların ortalarında
Üç çocuk gider köyümden
Pazarören Öğretmen Okulu'na
Okumaya
Mahmut Bozdağ, Mustafa Taş ve Asım Kurt
İlkinden söz ettim daha önce
Diğer ikisine gelince
Mustafa Taş yıllardır İsveç'te
Asım Kurt ise
Hem ağabeyim hem öğretmenim
Yeri çok büyük
Hayatımda benim
Köyümün pek çok okuyanını da okuttu
Şimdi emekli, Antalya'da
Ellerinden öperim
Öpemeyeceğim ellerinden diğer ağabeyimin
Oysa ne kadar isterdim
Acısı hep yüreğimizde, ağabeyim Yusuf'un
O da öğretmenlik yaptı köyümüzde
Nur içinde yatsın, diyorum
Tanrı'dan rahmet diliyorum
Yalnız o değil genç sayılabilecek yaşta
Yaşama veda eden
Benim için ağabeyden farksızlardı
Uysal, kalender insan Nasuh Çelik
Ve Cafer Dayıoğlu
Kayseri'den
Öğretmenlerden başlamışken devam edelim
Gençliğinde iyi sporcu
Derviş Temizyürek
Onu da hem kaptan hem öğretmen
Şimdi de muhtar olarak
Anmak gerek
Hüseyin Karakaya, Ali Ünlütürk, Süleyman Temizyürek
Hepsi aynı devreden
Okumuşlar içinde ilk subaydı
Bende çok hakkı olan
Ağabeyim kadar yakın bildiğim Hidayet Köksaldı
Uzun zamandır uzak düştük
Birbirimizden
Mustafa Taş, bacanağım, bir başka asker
Sözü, sohbeti çok sever
O zamanda
Tahsili fazla olmasa bile
İyi polisti Cafer ağabey
O zamanlar bir ziraat mühendisi Celal Öztürk
Birkaç ay önce Ankara'da görüştük
Köyde geçmedi çocukluğu, gençliği
Zevkle okudum kitabını
Bir yazar, bir aydın
Köyü bizden daha iyi bilen
Selim Deveci
Tarihi hiç sevmezdi Duran belem
İki yılımız birlikte geçti
Okulu bitirirken o ağır matematik derslerini verdi
Tarih mi
Ondan geçmek için
Eylülde geldi
İki amca oğlu İzzet ve Mithat öğretmen
Ve Ahmet Akyürek
Tek saz çalanıydı köyümün
Hala oğlu Ahmet Ünlütürk
Diğer mesleklerden polis emeklisi teyze oğlu Muzaffer
Tapucu Mustafa, kooperatifçi Mithat, ziraatçi Süleyman
Yazacak olursak daha gençleri
Bu liste sürer gider
Daha sonraları okudu
Köyümün gençleri
Çoğaldı avukatı, savcısı, hâkimi
Bozkır da olsa, kıraç da olsa
Ata yurdunu unutamıyor insan
Unuttuklarımız affetsin bizi
Bitirelim artık uzayıp giden
Dizimizi
............................

Not: Bu yazı dizisi bazılarına tuhaf gelebilir. Daha önce de belirttiğim gibi bir anmadır. Ben şu anda otuz altı yıl çalıştıktan sonra emekliyim, zevkli bir uğraş olarak kendimce yazılar yazıyorum. Bu yazılar değişik düşünce ve duygularımdan, okul anılarımdan, köyümün kültürü, gelenekleri, insanları gibi konulardan oluşuyor. Okuyan herkesten olumlu-olumsuz eleştirilerini, yorumlarını beklerim. Selam ve saygılar.


Numan Kurt

KÖYÜMDEN İSİMLER DESTANI (9)




   Köy sitesine giren az sayıda kişi tarafından okunsa da bu değişik yazılarımız (destanımız) ilgi çekti. Sanıyorum iki yazı daha sürecek. Bittiğinde bir dosya oluşturup köy muhtarlığına bırakmak istiyorum. Burada adı geçenlerin yaşayanlarına, rahmetli olanların çocuklarına, torunlarına "buruk bir gülümseyiş", "çok değişik bir anma biçimi" bırakabilirsem ne mutlu bana. Bu dosyada köyümüz ve insanları ile ilgili diğer yazılarım da olacak.
........................

Buğdaydan, pancardan kazanan
Çoğu da rahat yaşayan
Köyüm insanı içinde
Girişimci bir adam
Rıfat Taş
Keşke genç sayılacak yaşta
Gitmeseydi
Bugün başkalarının olan eserlerini
Sürdürseydi
En çok koyunları, bir de köpekleri severdi
Ali Şükrü ağabey
Yün bile getirmişti ta Danimarka'dan
Hiç üşenip yorulmadan
Mahir Kurt, bizim o zamanki söyleyişimizle
Alişık
Her varışımda köye
Uğrarım evine
Hep kendisiyle barışık
Ne kadar şişmansa Göbekli namıyla anılan Bayram ağabey
Tam tersine
Anasına çok benzeyen
Zayıf mı zayıf Adil (Bele) Eliküçük
Bir Rıza Dayıoğlu vardı
Orta mahalleden
Anlar mıydı gerçekten bilmem ama
Hocalık da yapardı
Hızlı hızlı konuşan aceleci bir adam
Abdullah Duman
Lakabını da yazayım: Apıh
İncitici bir lakap değil
Çocukları kızmasın aman
Ömerlerde unutmuşum
Güdük Ömer amcayı
Köşkeroğlu'nun İbrahim
Ve de gözlerinden almış lakabını
Çakır İbrahim
Üç kardeş: Şuayip, Ali, Tahir Akyürek
Elbette pişmandır bunlardan ilki
Yıllarının mahpusta geçmesinden
İkincisini otobüs kaptanlığından tanımak
Sonuncusunu da
Gülmek için
Konuşturmak gerek
Bozdağlardan bir kişi daha
"Şıh" derlerdi bu amcaya
Bilmezdim gerçek adı neydi
Onun da küçüğü Hacı Mahmut
Saçma sapan bir kavgada
Can vermişti bir kurşuna
Bir okul dönüşünde görmüştüm
Uzanıp yatmıştı evinin önüne
Karlar içinde
İyi ki unutuldu bu kavga
Geçenlerde,aynı masada
Sohbet ettik
O zamanlar kavgalı sülalelerden
İki kişiyle
Daha önce bir yazıda
Yalnız onu anlattığım için
Unuttum burada
Köyümün bekçisi, çaycısı
Ramazan tenekecisi Cuma Coşkun'u (Cümemmi)
Nasıl anmam
Böyle bir yazıda
Baki Kaya, Mahir Karakaya
Kırklı yaşlarda H.Ali Köksal
Veda etti dünyaya
Rafet Dayıoğlu , İsmail Altunbilek, Hacı Köse, Muzaffer Çelik
Saymakla içinden çıkılmaz
Hepsi o zamanın genci
Lakap takma uzmanı olmuştu
Belelerden Asım Deveci
Babalarımız teyzeoğluydu
Bele derdi bizlere
Türk filmlerindeki jönler kadar yakışıklı
Saçlarına limon sıkılmış
Selahattin Köksaldı
Taşlardan üçünü de analım burada
Hacı Hasan Taş İzmir'de
Necati Taş, Almanya; Duran Taş, Hollanda'da
Yılda, iki yılda bir geliyorlar yurda
Onuncu ve sonuncu yazıya bırakarak
Köyün okumuşlarını
Ağabeylerim ve diğerlerini
Bu yazıyı da bitirelim
Okuyan herkese
Teşekkür edelim

.............................................(Devam edecek.)
Numan Kurt

KÖYÜMDEN İSİMLER DESTANI (8)




Sağ olsun
Her yazıma yorumu var teyze oğlunun
Bana hatırlatıyor Amcası Ahraz'ı
" Kaç kişi bilir?" diyor
Adı Hasan olan bu sessiz adamı
Nafiz beleme "teşekkürler" diyorum
Keyif alarak yazdığım yazıma
Aşırlarla devam ediyorum
Önce Koca Mehmet dedenin Aşır
Ham karpuzu yerken
Ya da içerken sıcak çayı
Aklıma gelir
Hani demiş ya
Karpuz ham çıkınca yanındaki çocuklara
"Ula uşaklar, yiyin işte yaş yaş!"
İşte bu Aşır emmim
Yanında oturanın sırtına
Aniden vururdu
Kafasını da yastığa koyar koymaz
Uyurdu
Bir diğeri hısımımız
Kulaklının Aşır amca
Neşesi yerinde olurdu tütünü yanında olunca
Genç olanı ise Çöllo'nun Aşır
Genç gidenler kervanına o da katıldı
Bir uçak yolculuğunda uzun uzun
Sohbet etmiştik
Almanya'nın Ulm kentinde hala oğullarını
Ziyarete gitmiştik
Kara Mustafa'nın İsmail'den söz ettim de
Unuttum Kıfır Hacı'nın İsmail'i
Bir İsmail daha var ki
Onun da ayrıdır yeri
İsmail dayı, Altunbileklerin babası
Mustafa ile bir araya geldikçe
Anlatırız bu ufak tefek adamı
Derim ki "Tek erkek çocukmuş
Babası ölünce biri de ebem olan
Halaları büyütmüş babanı"
O mahalleye gelmişken anlatmamak olur mu
Sözü sohbeti hoş Behçet amcamı
Her ne sebepledir bilemem
Babamla uzun süre küs kaldılar
Ama Kayseri'de
Rahmetli babamın son üç yılında
Hiç ayrılmadılar
Gözyaşı döktü sevgili ağabeyim öldüğünde
Liste çıkarmıştı "Benden önce şu kadar adam var."
Diye
Çok beklemedi gitti
O listeden kendisini de sildi
Durmuş dedeyi de
İnce, uzun bir adam olarak hatırlarım
Oğlu Duran ağabeyi hiç görmem
Bir zamanlar
Babamın yanında çalışırdı diye
Anarım
Yazmamak olur mu
Adaşım Numan dayıyı
Kimseye yaşatmasın Allah
Onun yaşadığı acıyı
Bizim gençliğimizde
Kahvehaneleri vardı Haydar ve Sadi ağabeylerin
Sobanın üstünde yamuk çaydanlık
Sabahları bir kere
Kaynardı
Bizden biraz büyükler
Jokersiz çift kağıtla
Konken oynardı
Başka kimler vardı
İbiş emminin Musa
Kürt emminin Osman
Çocuk yaşlarda
Terk etmişler köyü
Onlarla aynı ismi taşıyan
Bakkal Alişen emminin Musa
Ve onun hala oğlu Deveci Osman
Adından gayrısını hatırlamadığım
Alişen'in İsmail
Köye gittikçe
Ayda yılda bir gördüğüm
Oğlu Cihan
En iyisi
Çok zorlamadan kendimizi
Başka yazıya bırakalım
Köyümüzden isimler dizimizi .

..............................................(Devam edecek.)


Numan Kurt

KÖYÜMDEN İSİMLER DESTANI (7)




Benimki kendi kendime
Bir bakıma geçmişi anma
"Nostalji" diyorlar
Geçmişten bahsederken
Niye kullanırız böyle sözcükleri bilmem ki
Tertemiz Türkçesi varken
Bu kez aşağı mahalleden başlayalım isimleri anmaya
İlk önce yolumuz uğrasın
Kürdali'nin Musa'ya
Kayseri'de hep ziyaret ederdi babamı, anamı
Minnetle anıyorum
Bu esmer, kalın sesli adamı
Hemen yanında
Karadayı namıyla Osman dedem
Çok korkarmış yılandan "Yılan!" diye bağırınca
Dörtnala kaldırırmış atını
Tarlaya giderken
Şimdi köyün yaşlılarından Saadettin amca
Onun küçükleri Cemalettin ve Mahmut Bozdağ
Birincisi ufak tefek, gözleri değişik
Sinirli mi sinirli bir adam
İkincisi köyümün ilk okuyup öğretmen olanı
Yıllarca sürdü
Köyden başka bir sülaleyle
Şimdi çocuklarına, başkalarına saçma gelen
Kavgaları
İki kişi kalmış sözünü etmediğim
Gözeller'den
Hemen kapı komşumuz Aslan Çavuş
Harmandan gelirdi sallı arabasıyla
Geriye kaykılmış şapkasıyla
Sonra hayal meyal hatırladığım
Hacı Yakup
Oğlunun adı da Yakup'muş
Köye bir gidişimde çevirdi beni
Amca oğlu Mahir'in duvar dibinde
"Ben," dedi "seni bir yerden tanıyorum ama..."
"Bak!" dedim "şu karşıdaki ev bizimdi, ben Hasan Çavuş'un oğluyum."
"Allah Allah!" dedi "Hep unuttuk birbirimizi."
Kafası beyaz bezle sarılmış bir adam
Hatun teyzemin genç yaşta ölen kocası
Kapı komşumuz
Babamın da çok sevdiği
Osman Osman'ın İlhan
İlhan amcamın kardeşi Abdullah Tekin
Minibüsüne biner, pazara giderdik
Huyuyla suyuyla
Bu esmer mi esmer adamı da
Severdik
Anlatmakla biter mi
Deveci sülalesi
Şimdi anacaklarım babamın da belesi
Hep malın, davarın peşinde Abdullah Deveci
Eli midesinden hiç inmez Derviş Deveci'nin
Çok kızardı köyün gençlerine
Evimin yakınında top oynuyorsunuz, diye köpürürdü
Çakı bıçağını çeker yürürdü
Lakabını anmayayım
Tutumluluğu ile tanınırdı Recep dayım
Onun kardeşi
Hep muhtar hep muhtar Alişen Deveci
Boynundaki iki şişlikle hatırlarım
Oradan geçer
Dükkânını uzun uzun anlattığım
Bakkal Alişen emmiye
Bakarım
Götürürdük buğday çecinden çaldığımız
Bir tas buğdayı Alişen emmiye
Verirdi birkaç kenarı yanık
Kurabiye
Eee...geldik şimdi önemli bir kişiye
Tabi bana göre
Dedem dedem benim dedem
Bazen köyün hepsine küsen dedem
"Ben; vita, sana yağı yemem!" deyip de
Hepsini de yiyen dedem
Dayımın her yeni işine karşı çıkardı
Sonunda kondu mu cüzdanına
Üç beş kuruş para
Kaçak tütünü sarar, keyfine bakardı
Bekir ağa
Dedemi anlatmak sayfalar sürer
Yazımız devam edecek
Şimdilik bu kadar yeter

..........................................(Devam edecek.)

Numan Kurt
30 Temmuz 2009

KÖYÜMDEN İSİMLER DESTANI (6)




UNUTULANLAR ve DİĞERLERİ

Yazdıklarımı tek tek
Elden geçirerek
Unuttuklarımı not düşmüş Turgut
Soyadı gibi gerçekten Temizyürek
Ben de her yeni yazımın başında
Onlardan söz ediyorum
Benim bu ilginç girişimimde
Kimse unutulmasın diyorum
........
O yoksul, ince, uzun adama
Hep Öksüzoğlan derlerdi ya
Ben de bilememişim adının Mustafa olduğunu
Yine onun kapı komşusu İstanbullu emmiyi
Ve de gençliğinin baharında
Geçip giden Hasan'ını
Yazalım burada hatırlayalım da
O güzel yüzlü Hasan'dan bahsetmiştim
Çok önceki bir yazımda
Alilerden hiç Kürdali unutulur mu
Şivesi değişik, kırmızı yüzlü bir adam
Onu anarken oğlu Hacı Mehmet'i de
Köyümün yine iyi şoförlerinden birini de
Analım bir an
Mehmetler, Ahmetler ne de çokmuş
Teyze oğlum Hacı Mehmet
Ahmetlerden de Gözeller'den Hacı Ahmet
Unutmayalım şimdi Kırşehir'de kalırmış
Köşkeroğlu'nun Hacı Ahmet
Lakabı çok kullanılanların
Adı da unutuluyor
Alileri anlatırken
Unutmuşum Çöllo Haceli emmiyi
Dedim ki kendi kendime
Sen bu işe girdin
Yılmadan,usanmadan devam et
...........
Hepsinin başka adı da var
Ama Hacı diye tanınırlar
Önce ayrı bir yazıda anlattığım Kıfır Hacı
Sonra, kulakları da ağır duyan
Çok efendi bir adam
Hacı Aziz Deveci
Yine ağır ağır konuşan
Dudaklarında da yalama eksik olmayan
Edip Hacı dayım
Onlardan genç ama Karaoğlan'ın Hacı
İyi de türkü söylerdi
Yeri gelmişken babasını da analım
Adını bilmediğim bu adam da
Hatırladığım kadarıyla hep koyun güderdi
.....
İsmetler
Anlattığım yıllarda çok da gençler
Halamın İsmet, Karaoğlan'ın İsmet
Bir de Hacı ağanın İsmet
Onun da ağabeyi Şeref ağa
Köye son gittiğimde gördüm
İlginç sözleriyle ünlü
Yaşı sekseni de geçti ama
Yine direksiyon başında
O mahalleden geçerken nasıl hatırlamam
Şaban emmiyi
Ve de bir ara portakal da satan
Arkadaşım Mehmet Ali'nin kayınpederi Bahri'yi
Aynı isimde olmayanları
Böyle tek tek hatırlamak da anlatmak da
Zor olacak
Birkaç kişiyi daha yazalım
Kalanları diğer yazılara bırakalım
Önce kamyonu, sonra minibüsü vardı
Kayseri'ye günlük sefer yapardı
Karamustafa'nın Tahir
Yurt dışında çok yaşadı
Onun şakacı kardeşi İsmail
Cemal ağabeyin de cemaline baksan
Gülersin
Esprilerini ilgiyle dinlersin
Tahirlerden bir başka Tahir
O da genç öldü, kardeşleri de
Dayıoğlu Cafer
Ve de Muhsin

............................................(Devam edecek.)


Numan Kurt
30 Temmuz 2012

BİR HAYAL, BİR ÖZLEM

GEÇMİŞTEN GELECEĞE (O köyler uzakta kaldı.) “İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” “Deniz Türküsü” şiirin...