10 Ocak 2010 Pazar

BAHARDA DÜĞMECİK OTU, ÇİÇEKLERİ MAVİ





Evde "ot" olmaktan biraz olsun kurtulmak için düşünürken bir “ot” yazısı yazdım. Düğmecik otundan söz ettim. Yazı aldı götürdü beni, “Laf lafı açtı.” misali, sünnet konusunda da oynattık kalemi.
“Çay içinde ot bitmiş
Kuzular yayılsın diye
Ali'm de kakül kestirmiş
Kızlar bayılsın diye”
Bu halk türküsünü dinleyince aklıma çocukluğumda eve düğmecik otu taşıdığım günler geldi.
Kızlar bayılsın diye kakül falan kestirmedik; ama tarlalardan, tırmanlardan eve eşeklerle çok ot getirdik.
Nedir “ot” dediğin? Kırlarda, tarlalarda büyüyen küçük, yeşil bitkiler. Gerçek anlamı bu. Bir de insanlara yakıştırılan mecaz anlamı var. “Ot gibi adam” ya da “Ot gibi yaşıyor.” dediğimizde o kişinin dünyadaki nimetlerden yararlanmayan, sosyal yönü zayıf olan biri olduğu aklımıza gelir. Bazen bilgisiz insanlar için de kullanılır. Üretmeyen, etliye sütlüye karışmayan, dünyadan haberi olmayanlar için söylenir bu deyim.
Gerçek anlamda “ot” ise bazı hayvanların en çok sevdiği yiyeceğidir.
“Ağılda bir oğlak doğunca derede ot biter.”
İlgimi çekti bu söz. Kaşgarlı Mahmut söylemiş. Sözden çıkan anlam şu. Dünyaya gelen, varlık sahnesinde boy gösteren her canlı kısmetiyle gelir. Yeryüzündeki denge, doğanın dengesi; üzerinde yaşayan varlıkların gereksinimlerine göre oluşmuş. Doğru olan insanoğlunun bu dengeyi bozmamasıdır.
Çocukluğumda köyümün çok bereketli bir arazisi vardı. Özellikle köyün değişik isimlerle anılan bazı mevkilerinde buğday, arpa, pancar çok iyi yetişir; bir tarla bile koskoca bir aileyi geçindirmeye yeterdi. O zamanlar tarlalar birkaç metre eşildiği zaman su çıkardı. Bu saydığım ürünlerin yanında boş kalan tarlalarda ya da tırman, keli gibi isimler verdiğimiz tarla aralarında otlar topraktan fışkırırcasına büyürdü.
Bir ineğin önüne samanla birlikte ottan çekilmiş “kes”i koysanız o inek samanın yüzüne bile bakmaz. Ot, koyun, keçi ve büyük baş hayvanların en değerli yiyeceğidir. O “kes” adını verdiğimiz ot samanını yosmak, samanlığa yerleştirmek ayrı bir çiledir. Yostuktan sonra günlerce burnunuzdan yeşil su gelir. Saman yosmaktan daha berbattır.
Çocukluğumuzun bize en tanış olan, hayvanlarımızın da çok sevdiği ot “düğmecik otu” idi.
Otlar büyür
Açar düğmecik otunun mavi çiçeği
Aklıma düşer memleketimin uzayıp, kıvrılıp giden yolları
Ekinler arasında cır cır öten çekirgesi
Börtü böceği
Ekinler biçilmeye iki üç ay kala sığırın karnı pek doymazdı köy yerinde. Otlayacak yer bulamazdı hayvanlar da ondan. Ekin tarlalarının arasındaki ot bürümüş boş tarlalara giremeyen, tırmandaki otları da yiyemeyen sığır sıpa aç dönerdi akşam üzerleri ahırlara. Aç dönen sığırın karnını doyurmak bize düşerdi. O tırmanlardaki, boş tarlalardaki otlardan yolar, eşeklere şelekleri yerleştirir, sığır gelmeden önce eve dönerdik. İnekler doymalı ki süt vermeliydi. En çok getirdiğimiz ot da düğmecik otuydu. Biz köy çocukları için eşeğe yüklü şeleklerin ortasındaki otun üzerine kurulmak, koltuğa oturmaktan daha rahattı. Ben o koltuğa(!) oturmayı çok severdim.
Hiç unutmadım düğmecik otunun mavisini
Şimdi gidiyorum köyüme
Bu güzelim ot da tükenmiş
Çakırdikeniyle pis kokulu üzerlik
Dururken yerinde
İneklerin eve aç döneceği bir bahar gününde, akşama doğru eşekle getirdiğim bolca düğmeciği evle ahırın arasına serpiştirdik. Sığır, köye aşağı mahalleden girer, köyün yukarısına dek evlere dağılırdı. Bizim ev aşağı mahalledeydi. Evin önüne serdiğimiz otları diğer hayvanlardan korumak için otun çevresinde yerimizi almıştık. Yine de aç dönen inekler, o taze kokulu düğmecik otuna saldırdı. Bunu gören ağabeyim onları kovalamak için eline bir taş alıp ineklere fırlattı. İneklerden birinin karnının altından geçen taş yere çarparak benim gözüme geldi. O anda gözümü kapattığım için göz altımda derin yara açtı. Köyde ne ilaç ne sağlıkçı var. Beni bağırta bağırta yaraya bir yerden güç bela bulunan tendürdiyotu sürdüler. Çektiğim acı anlatılmaz. Yaranın izi hiç kaybolmadı sağ gözümün altında. O izi gördükçe olayı ve de düğmecik otunun mavisini hatırlarım.
*******
Bunları yazarken yine yaraların o zamanki köy yerinde tedavi edilişi ile ilgili başka bir olayı anımsadım: Pancar sökme mevsimi. İşçiler söküyor, kadınlar ve biz çocuklar da kırpıyoruz pancarı. Bıçağı indiriyoruz pancarın pürüne. Yeşil yaprakları ayrılıyor kökten. Bıçak bir keresinde pancarı tuttuğum sol elimin işaret parmağını yan taraftan, tırnağa yakın yerden sıyırdı aldı. Kan durmuyor. Oradaki kadınlar: "Hemen parmağına işe!" dediler. Ben uzaklaşıp bu işi yaparken onlar da bir kağıt parçasını yakıp külünü yaraya bastırdılar. İki mikrop birbirini nötrleştirerek (!) bizim yaraya ilaç olmuştu anlaşılan. Kıfır Hacı Emmi'nin Boruklu Çökük'teki tarlasında başka hangi ilaçla hangi tedavi uygulanırdı ki(!)...
*******
Genelde yaz sonu veya güz mevsiminde gelirdi köye sünnetçiler. O zamanlar köy çocukları öyle bebekken sünnet olmazlardı. Beş altı yaş onların sünnet yaşıydı. Pekiyi kimdi onları sünnet edenler? Doktor mu, sağlıkçı mı? Hayır. Bizlerin “Abdal” olarak adlandırdığı kişiler. İşte öyle “Körün taşı denk gelir” misali bu sünnetten bir arıza çıkmadan kurtulursa köy çocukları, sünnet olduğu bölgeye beyaz bir toz atılır, uzun bir gömlek giyerek donsuz dolaşırlardı köyün içinde, kırda bayırda. Kara sineklere gün doğardı konacak bir yer bulabildikleri için.
Ben hatırlıyorum az çok yaşadıklarımı. En çok da aklımda yatakta yatarken baş ucuma büyüklerimin hediye olarak getirdikleri, bizim o zamanlar "kurabe" dediğimiz kenarı yanık, takır takır sert bisküvileri.
Yıllar sonra Ankara'da bir yakınımın iki oğlunun sünnetini seyredince nasıl tesadüf yaşadığımızı anımsadım ve şu dizeler geldi aklıma:
Bugünün çocuklarına yapılan sünneti
Küçücük yaralara atılan dikişi
Görüyorum da
Biz köy çocuklarının sünneti geliyor aklıma
Bu günlere
Nasıl sağlıkla ulaştığımıza
Şaşırıyorum
............................................
Numan Kurt

   Numan Kurt
   13 Eylül 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...