14 Haziran 2010 Pazartesi

ALEY'İN TÜRKÜSÜ




   




 "Sevda sevda derler behey yârenler
Görmeyene bir acayip hâl olur"
***
(Bu sevda destanı 1930'lu yıllarda Hacıbektaş'ın Kızılağıl köyünde geçer. Köyümün de adının geçtiği bu öykü kaynağından çıkan su gibi tertemiz bir sevda öyküsüdür. Köşektaş köyünden emekli öğretmen Ercihan Tandoğan derlemiş ve paylaşmış. Kendisinin iznini alarak, özünü bozmadan biçimsel yönden bazı düzenlemeler yaparak paylaşıyorum. Aley, benim köyüme, bir akrabama gelin gelen saygıdeğer bir teyzemizdir. Bu dokunaklı öyküyü paylaşmakta bir sakınca görmedim. Zaten benden önce de birkaç kez paylaşıldı. Yazı uzun; ama biliyorum ki okuyunca çok etkileneceksiniz.)
***
Yıllar yıllar önce, Aley, uzun boylu, sarışın, ”gökala” gözlü, "yağarnısı" altın gibi sarı belikli, güzel mi güzel, bir genç kızdır. Kızılağıl köyünden bu güzel Aley kız, gönül bu ya, Topaklı'dan Şuayip adında bir oğlana vurulur.
Aley'le Şuayip oğlan, birbirlerini nerede görmüş, nerede tanımış, nerede sevmiş, birbitlerine nerede vurulmuşlardır bilinmez. Bir düğünde mi, bir pınar başında mı, su yolunda mı, komşu tarlada ekin biçerken, arpa yolarken mi, bunu kimse bilmez.
Aley; sevgisini, dileğini, isteğini, umudunu, umutsuzluğunu türküleriyle anlatır. Söyler, der, salar ortalığa, dilden dile… Gizlisi saklısı yoktur Aley’in. El, aşiret ne der, ne söyler umurunda değildir. Herkes, bütün dünya Şuayip oğlana vurgunluğunu, aşkını, duysun ister. Sözüne, sözde ustalığına, yaktığı türküsüne, güvenir Aley kız.
Aley özünden, candan sever ya, katıksız, arı, duru. Günü gecesi sanki Şuayip oğlanla birliktedir. Sevdiğinin nerede olduğunu, ne yaptığını bilir. Gönül gözü açıktır. Şuayip ne yaparsa Aley”e ayan olur. Onun üstüne hayal kurar, düş kurar:
"Kösüredaşı*"nda ekin biçiyor
Soğuk punarlardan suyun içiyor
Es ülüzgar gadaların alıyım
Sürmeli yarime sıcak geçiyor
Böyle, gönül özü coşup çağlamaya başlayınca, Aley de söylemeye başlar. Saklısı gizlisi yoktur dedik ya Aley’in. Korkusuz bir kızdır, pervasız. Varsın el, aşiret duysun der. Köyde, çevre köylerde kısa sürede Aley’in türküleri dilden dile dolaşmaya başlar.
Derler ki: "Aley, o yıllarda ele avuca sığmaz, laf söz dinlemez, yeni yetme bir genç kızdı. Böyle bir kuru sevdaya mı, kara sevdaya mı, tutulduydu. Kendince dili çözüldü, söyledi. Korkusuzdu. Eli, aşireti saymadı. Büyük, küçük demedi, diline ne geldiyse söyledi, ortalığa saldı.”
Eline almış da güllü cuvara*
Yaslamış kendini kerpiç duvara
Kırat yedeğinde indi punara
Gozelleri suya döken sen misin
Aley bu haldeyken, sevdiği oğlanının hayaline haykırırken aşkını, bir akşamüstü Sadık köyünden üç dört atlı gelir, odalarına oturur. Sinilerle yemek taşınır odaya, misafirlere gereken hizmet sunulur. Yenilir içilir, odanın kapısı örtülür. Ne konuşulur, ne söylenir, ne denir, söz nasıl bağlanır bilinmez.
Yatsıyı geçe anası gelir, tandırın başında oturan Aley’in boynuna sarılır. "Sarı kızım, sarı kızım! Sarı lalem ! Kadan alayım bir tek kızım. Ağan seni Karacakürtlere veriyor, Sadıklıya!” der, ağlamaya başlar.
Aley, bu haberi duyunca vurulmuşa döner, çırpınır, ağlar, söyler, "Varmam," der, “istemiyorum," der, "söyle ağama," der, "başımı alır, Kanatyaylası'nın başından aşar, Avanız’a (Avanos) neye doğru kor giderim.” der, tehditler savurur, dövünür. Duyan, dinleyen olmaz. Sesi odaya, ‘"ağam" dediği babasına yetmez. Sadıklıların Aley’e dünürcülüğü böyle duyulur.
"Oğlan kim? Verilecek oğlan, varılacak oğlan kim ? Sadıklı kim? Gören, bilen var mı gadanız alayım? Allah’a hoş varsın, onlar da insan amma, kör mü, kel mi, topal mı bilen var mı kurbanınız olayım?"
Aley girer çıkar söylenir.
Ne ağası görmüştür oğlanı, ne anası, ne de Aley. Kimse görmemiştir, kimse bilmez.
Bu arada, Aley’in emmisinin karısı, Aley’in sırdaşı Mavış, Topaklı’ya haber salar, " Aley’e Sadık’tan dünürcü var, tez onlar da gelsin, dünür olsunlar, zamanı mamanı yok bu işin, tez gelsinler." diye. Haber Şuayip oğlana ulaşmış mıdır bilinmez; ama bundan sonra Aley, yemez, içmez, uyumaz, gözü yollarda, gecesi gündüzü yok, Topaklı’dan dünürcü bekler. “Gelmezse alır başımı giderim, oturu düşerim evlerine.“ der. Ama kimse dediklerine kulak asmaz.”Hele bir duysun,” der, “Şuayip durmaz, gece gündüz demez, çıkar gelir kıratıyla.” der, umutlanır Aley. "Bağlar üstü gelmezse, Kanetyaylası’ndan iner gelir." der. Aley umutlana dursun. Topaklı’dan gelen giden olmaz.
Aley dardadır, çaresizdir. Gönül evindeki ateşi söndüremez. Gecesi gündüzü belli değildir. Oturmaz, yemez, içmez, girer çıkar söyler. Aley, inler gibi, sızlanır gibi, sonsuz bir ağıdı ezgilenir gibi, söyler durmadan.
Ateşlere yanan deli günlünü yenemez. Sevdasını bütün bir dünya duysun ister. "Belki de böylece o muhanete, o Şuayip oğlana da ulaşır böylece." der. Dert ortağı yoktur, elinden tutanı yoktur Aley’in. Aley, türkülerine güvenir. Türkülerinin gücüne inanır.
Öyle ki, o yıllarda yörede, şehirde, kasabada belki bir iki örneği ancak bulunan, honografla, aşkını, kararlılığını, çaresizliğini, öfkesini, Şuayip oğlana kahrını, tüm dünyaya duyurmak ister:
Elimde olsa şu Sadık(ğ)'ı kaldırırım
Süngü verin ben kendimi öldürürüm
Sana diyom sana Şuayip oğlan
Ben türkümü hongrafta* çaldırırım
Böyle der Aley, 1930'lu yıllarda, küçücük Kızılağıl köyünden. Aley kızın sesi honografla , böyle korkusuz, güçlü, aşkına inanmış, tüm dünyaya ulaşacaktır. Aley böyle ister. Böyle der de, o muhanet, o kadir kıymet bilmez, o Şuayip oğlandan da ol görüp bir haber gelmez. Gelen gidenle, yolcu yolakçıyla bari, kuşların kanadıyla bari, bir haber...
Harman sonu anası, gelen boyacılara çok ip boyatmıştır. "Yarın bu kızın çeyizine ne konacak?" diye kaygıdadır, hazırlıktadır. Namazlağa, heybe, kilim ıydırır, onu keser çıkarır, ötekini ıydırır tezgaha, boş kaldıkça başına oturulur diye, ama, Aley’in eli işe varmaz.
Yarim at suluyor atları çakır
Bir düğür salmadı muhanet pakıl*
Astabında* cehizinde göğnüm yok
Sanki anam benim kefenim dokur
Aley’in canı dardadır, yemeden içmeden kesilir, günleri sayılıdır, bıçak kemiktedir anlayacağınız.”Seven insan kuşun kanadıyla da olsa bir selam salmaz mı? Bir haber salmaz mı? Böyle mi olur? Topaklı dediğin kaç adımlık yol şunun şurasında, çağırsan duyulmaz mı ? Koşsan yetilmez mi ?” der durur.
Derler ki: “O zaman öyleydi, Sadık köyünden dünürcüsü geldi. Yazgı bu. Babası da, bir evin bir oğlu diye, tarlası, davarı, malı çok diye kızını Sadıklıya verdi. İyi de başlık aldıydı o zamanın behrinde." derler. Ama ağalar, Topaklı ağaları, bunun böyle olduğunu, bu hadlere vardığını duymadılar, bilmediler. Yoksa, o yıllarda çok hükümlülerdi, şanlarına yakışmazdı. Ne eder eder de alırlardı Şuayip’in sevdiği kızı, böyle Sadık’a neyim salmazlardı.” derler.
Aley’in babası muhtardır ya... İşte Aley’in o dar günlerinde Avanoslu Tahsildar Cevat çıkagelir.Tahsildar Cevat odaya yerleşir. Atı ahıra çekilir. Her yıl olduğu gibi, harman sonu köylünün vergi borçlarını tahsil etmek için. Birkaç gün Aleylerin odasında kalacaktır. Avanoslu Tahsildar Cevat bu köylerde tanınan, sevilen, hatırı sayılan bir insandır.
Tahsildar Cevat Ağa'ya, en iyi şekilde hizmet edilir, ağırlanır, muhtar odasında. Öyle ya, Cevat Ağa tahsildar bunun burasında. Aley geçen yıllarda da, sini sini yemek taşımış, ayran çalkamış, su vermiştir Cevat Ağa'sına. Tahsildar Cevat Ağa buradan sonra da, kalkıp Topaklı’ya gidecektir. Aley umutlanır.
Aley, bir öğlen vaktini denkler. Kim kimse yokken ortalıkta, Sadık’a gidecek diye gönülsüz dokuduğu, çeyizlik namazlağanın başından kalkar, odaya varır. Gün öğlen vakti, kimsecikler yoktur odada, Tahsildar Cevat’tan başka. Aley, olanı biteni Tahsildar Cevat’a, bir bir anlatır. Koca tahsildar oturduğu minderin üstüne iki büklüm olur dinler. “Hallarım böyleyken böyle Cevat Ağa'm. “ der, Aley. “Selam söyle. Günüm gecem yok Cevat Ağa'm. Tez gelsinler, gadan alayım.” der. “Bir Allah’ın emri desinler, biz de varız desinler yeter Cevat Ağa'm. Ortada komasınlar beni, çöle salmasınlar beni.“ der. “Bu dardan kurtarsınlar beni. Kendim değil, mevtam gidecek çöle. Gadan alayım, böylece de Cevat Ağa'm. Bir haber gözlüyorum, gözüm yollarda." der, ağlar. Güngörmüş koca Tahsildar Cevat da, ne der, ne söz verir bilinmez, öyle iki büklüm minderinin üstünde kalakalır; ama Aley, tutamaz kendini:
Heçe anam heçe* emağam heçe
Iydım namazlağı filiği* saça
Cevat Ağa'm aramızı görürsen
Atına atıyım filikli keçe
Der, iki gözü iki çeşme, odadan çıkar.
Kızılağıl’da ve çevre köylerde yaşayan yaşlılar, kadın, erkek herkes hâlâ "Aley'in Türküsü"nden bir kaç dörtlük bilir. Ama Aley üstüne, sevdası üstüne, çok az şey bilirler ya da belki de bilirler de söylemek istemezler.
Yalnız derler ki bilenler: "Bir güzel idi, bir güzel idi ki Aley, ayın on dördü gibi. Aya, 'Sen doğma ben doğayım.' derdi. Elimizde, aşiretimizde dengi yoğudu. Bir bakan durur da, 'Bir daha bakayım.' derdi. Amma ne çare, kaderin güzel olacak. Atalar boşa dememiş, 'İyinin kaderi kötüye düşer.' dİye”. Aley kendi de böyle diyor zaten:
Sarı saçım al cekatten aşıyor
Güzeli görünce göğnüm şaşıyor
Sen ne diyon bana Hacı gardaşım
Benim yolum şu Gedik’ten* aşıyor
Öyle dölek, geniş, aydınlık bir yol görmüyor önünde Aley. Gedik'ten aşan yol, gerçekte Kızılağıl köyünden Sadık köyüne giden en kısa yoldur. Özü geçince, bu yol üzerindeki, ören yerli, üzerlikli, boz tepeciklere "Külhüyüğü’nün Gedik" denir. Bu Gedik, bu ören yerleri, bu boz topraklı, tozlu kağnı yolları, Aley için bir imgedir. Ömrünü geçireceği çölün bir ucu, bir başlangıcıdır bura. Külhüyüğü'nün Gedik’ten ötesi, hasretliktir, yenilgidir, dönülmezdir. Bu gedikten ötesi Aley için ne olacağı bilinmez, silinmez, değiştirilmez, bir kara yazgının tecellisi gibidir artık.
Zaten derler ki: “Kendi köyümüzde dengi yok muydu? Gitti, Topaklılı Şuayip'e vuruldu, o da nasip değil imiş, olmadı işte. Bir de şöyle ki: Çöl alnına yazılmış bir kere. Kaderinde varımış, karşı durulmaz. Kısmeti böyleymiş demek ki. Başına gelecek buymuş. Elden hiç bir şey gelmez. Mümkünatı yok, karşı konmaz, kuloğlu geleni çekecek.“ derler…
Oysa onun umudu Gedik'ten değil, başka bir yönden, başka yollardan, gelecek, annacına bir gün gibi doğacaktır. Aley, sabah, akşam, gece, gündüz, demez yol gözler. İki eli duluğunda, ela gözleri buğulu, Kanetyaylası‘na bakar durur, evin önünde, sekide. Kaç gündür tezgaha oturmaz, dokumaz, bir ilmek bile atmaz.
Yine böyle bir gün sekide otururken emmisinin karısı Mavış gelir. "Ne oturuyorsun gene kız! Ele güne karşı, keleee! Bizim arımız, namusumuz yok mu? Bir adımız iki oldu, aşiretten aşirete, adımız dendi. Ne bakıp oturuyorsun öyle? Umudunu kes gayrı. Oğlanı Hamdi Ağa taa Kırşehir Kürtlerinden, Çevirme’den evermiş Şuayip’i." der. Aley deneni duymaz. Hiçbir tepki vermez. Taş kesilir olduğu yerde, yer gök kararır, öylece kalakalır, oturduğu sekide. Neden sonra, varır tandır damına bir ağıda durur:
Aşmam anam aşmam Gedik'i aşmam
Iydım* namazlağayı oluyom pişman
Sen ne diyon buna kele Hacı gardaşım
Emmimin karısı Mavış da düşman
“Hacı gardaşı" tandır damından çıkar gider. Aley, gerçeği söyleyen herkesi düşman bilir. Hâlâ Gedik'i aşmamayı düşünür, öyle sanar, öyle umar. Ama elinden tutanı, yardım edeni de yoktur. En yakını, sırdaşı Maviş bile yanında değildir artık.
Neye yeter gücü? Ateş olsa cürmü kadar yer yakar. Aley ağlar ağlar, avunur. Umutsuzdur, çaresizdir, kimsesizdir, yenilir. Anasının sarı lalesi daha çöle varmadan solar. Derler ki: “Belki de, bu gibi hallar hiç belli de olmaz. Aley'in ki, kavuşması kıyamete kalmış, ulu, bir sevdadır belki. Belki de, kulun alnına yazılmış yazgıdır ki kimse silemez, ne yazılmışsa hiç bir mümkünü yok, onu çekecektir. Bunu da ol görüp, hiç bir kuloğlu bilemez.” derler…
Aley yalnız diline, diline zor eder :
İşi aşırırlar Külhüyüğü’nün Gedi(k)ği
Gene oldu duşmanların dediği
Sen ne diyon bana Hacı gardaşım
Kendine uydurmuş deli Sadı(k)ğı
Der, der ama, Hacı kardeşi de hiç arka kale olamaz. " Ağam" dediği, babası, deli Sadıklılara uymuştur artık, kimsenin sözü geçmez.
Aley, içeri girer dışarı çıkar, bir soluk oturmaz. Hayalde gibi, düşte gibi, söyler, söylenir, dolanır durur. Gün olur ağzını bıçak açmaz, deneni duymaz, baktığını görmez, yemez içmez. Kapının önündeki sekiye oturur, gözünü Kanatyaylası’nın tepesine diker, saatlerce bakar öyle.
Gün gelip çatmıştır. Bir gün Külhüyüğü tarafından, Karacakürt köylerinden, yüzlerce insan, Gedik'i aşıp, atlı eşekli, yaya, heybeleri torbaları ile, kadın, erkek, genç, yaşlı, toz duman içinde gelip Aleygilin evine, odasına, avlusuna doluşurlar. Kadınlar, ne durur ne durmaz, azıcık soluklandıktan sonra, Aley’i ortalarına alıp içeri götürürler. Tandır damına doluşurlar. Getirdikleri heybeleri, bohçaları ortaya döküp, Aley’i donatmaya başlarlar. Aley’se hiç kıpırtısız, soluksuz, bir heykel gibi, aralarında dimdik durur. Kadınlar ne getirdilerse Aley’e giydirirler. Kutnular, kadifeler, koşam koşam altınlar, poşular ne varsa, donatırlar gelin kızlarını. Herkes Aley’in güzelliğine hayran olur. "Maşallah maşallah, gelin kız da ne güzelimiiiş gııız. Elimizde, aşiretimizde böylesi yok böleeem. Gadan alıyım gııı. Maşallah maşallah, gelin kızın dengi yok bölem, bırrr!" diye söylenirler. Aley’se oradan çıkar, evliğe atar canını, sabahtan beri içine akıttığı gözyaşı orada boşanır, anasının boynuna sarılır:
Punarın başında bitmem mi tıvga*
Anam beniği de bir kuru yıvga*
Altına asbaba boğdurman beni
Günül sevmeyince etmiyor fayda
Der, ana kız ağlar, söylerler.
Derler ki bir de: ”Söylemek kolay değil. Gönül özü çağlamasaydı, ol görüp ağzından bir kelime çıkmazdı. Onunki gerçek bir aşktı, Şuayip’e. Yalnız o Şuayip oğlan da hiç bir iş yoğumuş. Kadir kiymet bilmezmiş, kızı böyle ortada koydu.” derler. Aley gibi bir kız, bir sarı lale, boz damlı bir köye, susuz suvatsız, bir dal, bir ağaç bile bitmemiş çöle, salınır mıydı?" derler.
Aley, çaresizdir, çırpınır. Gün yaklaşıp gelmektedir. Külhüyüğü’nden ötedeki o Gedik'i, o ören yerlerini, üzerlikli boz tepeleri aklından çıkarmaz, dilinden düşürmez. O Gedik’ten ötesi gurbettir, hasrettir, susuzluktur, çöldür, unutulup gitmektir. Bilir ki, Şuayip oğlana kavuşmanın kıyamete kalışıdır bu gidiş. Aley, bu haldan, bu durumdan kurtulmak ister, kuş olup uçmak ister Şuayip oğlana doğru. Sarı, küçücük bir kuş… O sarı kuş, o kuş, yüreğindeki o ikircikli hal, o korku olmasa, kanatlanacaktır ya...
Şu yağan da yağmur mola kar mola
Yar saçların ibrişim mi tel mola
Bir kuş olsam konağıyın başında
Hacer bacın gel içeri der mola
Der, tırnak ucu kadar da olsa, bir umudu besler küçücük yüreğinde. Aley hâlâ yol gözler, hâlâ bir umut, bir hayırlı haber gözler. O Şuayip oğlan, o muhannet tutsa elinden, Kanatyaylası’nın altından aşsalar, ötesi bir solukluk yoldur. Ama Topaklı’dan gelen giden olmaz. Sanki ölü toprağı serpilmiştir üstülerine.
Derler ki: “Belki de, varsın bir tek ağacın bile bitmediği, çölün ortasında çile çeksin. Boz damlı, susuz suvatsız Sadık köyünde kalsın da, ölünceye kadar kara yazgısına yansın otursun deyi, bir beddua tutmuştur Aley‘i." derler. "Allah, ol Cenabı Mevla, onun hakkında bunu böyle takdir etmiş, kimsenin elinden bi şey gelmez. Kul kendine takdir olunanı çekecektir." derler, böyle derler.
Bu arada, Sadıklılarla düğün günü salıklanmıştır. Gün gelir çatar. Bir kuşluk vakti, arkalarında büyük bir toz bulutu bırakarak, önce ciritçiler çıkar Gedik'in başından, atlarıyla, Külhüyüğü’nün etrafında alıcı kuşlar gibi, bir o yana, bir bu yana sağılırlar. Derken düğün alayı çıkar arkadan, atlı, eşekli , yaya yüzlerce insan. Karacakürt köylerinde yaşlı, genç, çoluk çocuk, kim varsa kalkmış yürümüştür. Kızılağıl’a gelip, Aleygilin evini, avlusunu, odasını, yolu, sokağı, harman yerini doldururlar.
Halaylar çekilir, cirit oynananır harman yerinde. Akşam olunca koca bir sinsin ateşi yakılır damın ardına. Taa, Kanayayalası’nın, Kaçkaç Tepesi’nin yamaçlarına vurur ateşin kızıllığı, her yer aydınlanır. Karacakürtler, ne hünerleri varsa gösterirler, gece boyunca, yenilir, içilir, eğlenilir.
Biz gelelim Aley’e. Bu gün kına günüdür. Kızılağıl'dan, komşu köylerden, kızlar, gelinler, toplanır gelirler kınada yatmaya. Birlikte büyüyüp yettikleri, gülüp oynadıkları, arkadaşları, yoldaşları Aley’i, baba evindeki bu son gecesinde yalnız koymazlar.
Aley dönüp de olana bitene, çevresine bakmaz. Ne oynayanları ne halay çekenleri, ne harman yerinde kuşlar gibi at üstünde uçuşan ciritcileri ne de sinsin ateşinin kızıllığında ulu kartallar gibi dönen insanların coşkusunu görmez. Altında sarı kutnudan bağlama bir don, üstünde mor bir kadife ceket, belinde inci bir kemer, başında kor kor altın dizilmiş takkesiyle başka bir dünyada gibi, uyurgezer gibi, ortada dolanır durur Aley. Yemez, içmez, sarı lale soluktur. Yer bulursa kapının önündeki, sekiye çıkar oturur. Gözünü Kanatyaylası’na diker, kıpırtısız bakar durur öyle. Bir anası bilir bu hallerini Aley’in, bir de Mavış.
Ortalığı ıssızlayınca anası varır yanına, “ Yolcu musun sarı kızım yolcu mu? / Yolcu musun sarı lalem yolcu mu?” der, Aley’in boynuna sarılır, ağlamaya başlar. Bir yandan da, ”Küs küskün müsün güzel kızım küskün mü? Küskün müsün sarı kuzum küskün mü?” diye sorar. “Küsme yavrum. Ne yapalım senin yazgın da buyumuş. Kınan kutlu olsun. Uğurlu kademli olsun. Kaçmadın göçmedin, adımızı kötüye çıkarmadın. El içinde bizi yere baktırmadın. Ağayın şapkasını önüne eğdirmedin. Ağan da öyle diyor Aley’im.” deyince, Aley boşanır, ağlamaya, söylemeye başlar ki, Sadıklılar bari görmesin, duymasın diye içeri götürürler. Evlikten sesi dışarıdan duyulur.
Ağam oturmuş da kendini üver*
Havası gözel de saçını sıvar
Kaçsam annacımdan* bir güneş duvar
Kaçmam anam konağımızın yaldızı solar
Bu gece Aley’in baba evinde son gecesi ya! Yoldaşları, genç kızlar, gelinler kına gecesine yatmaya gelenler, daha ilk akşamdan başlamışlardır; defler çalınır, türküler söylenir, oyunlar oynanır. Kına yakılır. Çerez dağıtılır avuç avuç fıstıklı, akide şekerli, yenilir, içilir. Akşam karanlığı çöker. Düğün evinde yatak bulabilen düğüncüler ikişer üçer, yan yana yatarlar. Kimi misafirleri bildik, tanıdık, akraba, komşu, alır götürür. Dışarıda da ses kesilmiştir. Geç vakittir, kınacıların yattığı evliğin gaz lambası da içine alınır, kısılır. Uzun günün yorgunluğu basmış, el ayak çekilmiştir, bir sessizlik çöker kız evine.
Ancak birkaç kadın iç evlikte oturmuş, yarın oğlan evine gidecek çeyizi hazırlamaktadır. Aley’i de çağırıp ortalarına oturturlar. Bir türlü ne hazırlık biter ne konuşma biter. Ortalarında Aley, gaz lambası söndü sönecek derken, kapı açılır. Mavış girer içeri “Daha yatmadınız mı gız?” der lambanın karanlık yanına geçer, Aley’e bir işaret eder. Aley, kadınların ortasından kalkar tandırdamına yürür, Mavış da arkasından. Aley sormadan Mavış “Damın ardına dolan.” der, fısıldayarak. Aley önde Mavış arkada dışarı çıkarlar, ahıra doğru yürürler. Herkes yatmış, ses soluk kesilmiştir. Yalnız kocaman, gümüş bir meydan sinisi gibi bir ay yükselmiştir, Kanatyaylası’nın üstünden. Aley yürür, ahırın kapısını geçer, samanlığın burcunu da dolanınca, atı yedeğinde, O’nu görür. O dur, Şuayip oğlan… Ay ışığının alacasında... Atı da, Şuayip de orada öyle taştan, kayadan oyulmuş gibi, yıllardır öylece dururlarmış gibi, dururlar, öyle kıpırtısız. Aley, duraklar, burca yaslanır düşmemek için, soluğunu tutar, bir an ortalık kararıverir, bir an hiç bir şey görmez, bekler. Bu hal ne kadar sürer bilinmez. Aley, neden sonra kendine gelir. Dik durmaya çalışır, soluğunu toplar, kararlı adımlarla yürür, varır. Herkes, her şey uzaklardadır, her şey durmuştur artık. Şimdi yalnız Aley, yalnız Şuayip, yalnız kır at vardır, üçü bir arada. Bir süre öyle, üçü bir arada dururlar, Aley, Şuayip, kırat. Ay ışığının alacasında Aley, Şuayip, kır at, öyle dururlar, üçü de gümüşe kesmiş gibi. Başları önlerinde, kıpırtısız öyle dururlar. Bunu bir ay görür, bir Mavış, bir de, ötede samanlık duvarının gölgesinde duran atlı. Onlar da soluklarını tutarlar. Aley, Şuayip bir de kır at , başları önlerine eğik, orada öyle kıpırtısız dururlar. Ne kadar dururlar, bilinmez. Ne derler, ne konuşurlar, duyulmaz. Neden sonra Aley’in, gecenin büyüsünü bozan sesi duyulur,”Olmaz gayrı Şuayip! Kaderimdeki neyse onu çekeceğim!” der. Aley, birdenbire geri döner, ardına bakmadan hızla eve doğru yürür. Damın gölgesinde duran Mavış da ardından…
Tan davulu vurulduğunda ortalık daha yeni ağarıp gelmektedir. Davulcu ile zurnacı sırtlarını odanın kerpiç duvarına vermişler, yönlerini gün doğuya dönmüşler, gözlerini Çalış'ın dağından doğacak güneşin kızıllığından hiç ayırmadan çalarlar. Havalandırdıkları goygun ezgiler, bozkırın derinliklerine, boz tepelere, boz dağlara ulaşıp, sonra da yitip gider.
Ne kadar geç yatarlarsa yatsınlar davulcu ile zurnacı, düğün boyunca her gün erkenden, daha tan yeri ağarırken kalkarlar. Düğün evinde, köyde, çevrede daha herkes uykudayken, onlar, davulcu ile zurnacı kalkar. Daha aydınlık olduğu için mi, doğacak günün ilk ışıkları ile ısınacakları için mi, yoksa binlerce yıl öncesinden kalan eski bir inancın, güneşi kutsama, doğan günü saygıyla karşılama geleneğinden kalıntı mıdır, bilinmez. Gözlerini doğacak günün ağartısından, kızıllığından hiç ayırmadan, önce davulcu başlar çalmaya, davulun gümbürtüsüyle karanlıklar çekilecek, gecenin örttüğü tüm korkular, bilinmezlikler, kötülükler dağılacaktır. Yerini doğan güne, aydınlığa, iyiliğe mutluluğa bırakacaktır. Sonra zurnanın kulakları yırtan sesi karışmaya başlar davulun sesine. Bu bir çığlıktır. Zurna bir çığlıktır, tan davuluna eşlik eden, arka çıkan, kel dağları aşıp bozkırın derinliklerinde yiten bir acı çığlıktır. Türkmen’in ağıdı, Türkmen’in çığlığıdır bu.
Koşulup, davulcuyla zurnacı, birlikte Türkmen’in binlerce yıllık ezgilerini, destanlarını havalandırırlar. Bu ezgiler, Türkmen’in taa Orta Asya’dan beri göç öyküsünün, ayrılıklarının, savaşlarının, sürgünlerinin, yenilgilerinin, uğradığı kıyımların ağıtlarıdır, yazılmamış. Yüzlerce yıldır, kuşaktan kuşağa aktarıla gelir. Bu ezgileri, bu ağıtları, bu bozlakları, bu ’goygun’ havaları, yalnız Türkmen’in davulcuları ve zurnacıları bilir. Bu ezgiler, yalnız onların beyinlerine nakşedilmiştir. Yalnız onların soluğu yeter bu ağıtları, bu çığlıkları havalandırmaya. Yalnız onların parmakları arasından dökülür bu ezgiler. Çünkü onlar taşıdılar Türkmen’in kültür dağarcığını bu günlere. Boz dağarcıklarında, ekmeklerinin yanında katık gibi, onlar taşıdılar bu havaları. Horasan'dan beri, Erdebil’den, Rakka çöllerinden beri… Abdallar… Türkmen’in Abdallar’ı taşıdılar. Yüzlerce yıldır bu böyledir…
Düğünler bir sebeptir belki de. Her köye, her obaya, her aşirete, bu göçleri, ayrılıkları, savaşları, yenilgileri, uğradıkları kırımları, onların ağıtlarını, duyurmak için, bir sebeptir tan davulu. Belki de uyuyan bozkıra, yeniden can üflemek için, uyandırmak için, bir sebeptir belki de, tan davulu.
Aley, gece sağa sola dönmeden, sırt üstü yatar, kıpırtısız, olanı biteni, konuşulanı, yüz kere, bin kere döndürür kafasında, yeniden yeni baştan. Duramaz, yatamaz, kendini yenemez, gecenin bir yarısında kalkar, damın ardına dolanır, varır. Ne Şuayip, ne kır at, ne de gümüş tepsi gibi o kocaman ay, hiç biri yerinde değildir. Ahırın örtmesinde ağlar, ağlar avunur, ortalık ağarmadan, tan davulu vurulmadan gelir, yatağına girer. Gözlerini yumar, ne uyur ne uyumaz ki; zurnacının alaca karanlığa üflediği goygun hava ile gözlerini yeniden açar, yatakta oturumunun üstüne gelir. Sağına soluna ığranarak ağlamaya başlar...
“Bu çalınanlar, bu yanık havalar, bunlar Aley’in ağıtları mıdır? Aley’e mi çalınır ? Aley’e mi yakmışlar bu ağıtları yoksa? Aley’in türküleri mi bunlar? Nereden duymuşlar, nereden bilirler bunları böyle?”
Büyüyüp yettiği, oynayıp güldüğü burada, baba evinde son günü. Bu evde, bu evlikte son günü. Bugün, genç kızlığının, umutlarının, gelecek hayallerinin bittiği son günü Aley’in. Bugün her şeyi ardında bırakıp gidecek. Her şeyi burada, bu evde, bu baba ocağında kalacak. Her şey, Şuayip oğlan bile… Şu ev, şu seki, her taşı bildik şu yol, şu pınara inen sokak, söğütlerin serinliği… Hepsi kalacak geride. Kavim, hısım, akraba, daha yanı başında uyuyan, elleri kına sargılı, birlikte büyüyüp yettikleri yoldaşları… Gedik’ ten beride, Külhüyüğü’nden bu yanda kalacaklar. Onlar birbirleriyle, bildik, yakın, sıcacık, bir arada kalacaklar böyle. Yalnız Aley, erişilmez, ulaşılmaz, çağırsan duyulmaz, geri dönülmez bir yola çıkıyor, bugün yolcu Aley kız, yolcu…
Anası Aley’i öyle görünce varır boynuna sarılır. “Yolcu musun kadın kızım yolcu mu ? Yolcu musun sarı lalem yolcu mu?” der, ağlamaya başlar.
Anası sarılıp ağlamaya başlayınca, Aley de kendini koyverir. Hâlâ uyuyan kınacılar da, ana ile kızın ağıdına uyanırlar. Aley’ in gözü kimseyi görmez. Kimseden çekinecek, korkacak değildir, olanca sesiyle der diyeceğini:
İleni de deli gönüm ileni
Gayri yolum Külhüyüğü’nü dolanı
Sana diyom sana Şuayip oğlan
Seni soksun Çevirme’nin yılanı
Aley olanca sesiyle başlayınca, anası ağzını kapatır. O da susar zaten. Bir daha ağlamaz, bir daha söylemez, kimsenin yüzüne bakmaz, baktıysa da görmez, düşte gibi, uyurgezer gibi… Evlikte, köşede oturur, yemez, içmez, kimseye bir şey demez…
Daha gün kuşluk vaktiyken, birkaç kadın, Mavış da yanlarında, gelir, Aley’i alıp iç evliğe götürürler. Nesi varsa, önceden ne giydiyse, onlar çarçabuk giydirirler; başına takkesini koyarlar, yüzüne duvağını vururlar. Aley yine ortalarında taş gibi durur. Koluna girer, yürütürler. Eşikten çıkarken Hacı gardaşı gelir kuşağını bağlamaya. Aley duvağının altından Hacı’nın elini iter. Kendi, umulmadık kıvraklıkla bir ilmek atar kuşağına. Omuzlarını kaldırır, başını diker, dimdik yürür kalabalığın arasına. Anasını arar, anasıysa sekide, birkaç kadının arasında ağlayıp söylemektedir, varır, ana kız sarılır, bir beden olurlar.
O davulcuyla, o zurnacı, bu kez de ahırın duvarının dibine durmuşlar, yine o havaları, tan davulundan arta kalan, o bitmez tükenmez o acı çığlıkları, daha bir güçlü, daha bir yanık, evin kapısına doğru, Aley’e ve anasına doğru üflerler. Yürek dayanmaz, o bitmez tükenmez, o yanık ezgileri havalandırırlar.
Aley’e çalınmaktadır bu goygun havalar. Aley’in ağıtları, Aley’in türküleridir ya bunlar. Kızıl kerpiçli damların duvarlarından, dar aralıklardan, dönen bu havalar, taa Kanatyaylası’na, Tosbağlık Tepesi’ne, Kızıltepe'ye ulaşır. Köşektaş’tan, Barak’tan, belki Topaklı’dan bile duyulur bu ağıtlar. Artık bozkırın ağıtlarının hepsi, Aley’in ağıtlarıdır. Aley de öyle isterdi ya, “Sana diyom sana Şuayp oğlan/ Ben türkümü hongrafta çaldırrım’ der ya… İşte böyle çalınacaktır. Ağlamadan, dövünmeden ığranı ığranı söylenecektir böyle. Artık Türkmen’in boz dağarcığına Aley’in türküleri de konacaktır.
Duvağın altından, babasının odanın kapısında vedalaşmak için kendisini beklediğini görür. Hızlı hızlı bekleşen düğün alayının ortasına doğru yürümeye başlar. Mavış bilir Aley’in aklından geçeni. Çevresindeki kadınların da yardımıyla, onu odaya doğru yönlendirmeye çalışır. Aley’in kulağına eğilir “Ele karşı etme! Baban, emmilerin odanın önündeler.” der. Aley’i odaya doğru yönlendirir, varırlar. Aley babasısın elini öper, sarılmaz, bir şey demez. Sonra da diğer büyüklerinin elini… Duvağını bırakır aşağı, kor kor altınlar dizli, pırıl prıl parlayan başını, takkesinin altında daha da bir dik tutarak yürür. Varır düğün alayının ortasında yerini alır.
Atlı eşekli yüzlerce kişiden oluşan düğün alayı hazırdır. Atlılar kuyrukları topuz edilmiş, renk renk poşularla süslenmiş atlarını sürerler önce. Geldikleri gibi, seğirterek, alıcı kuşlar gibi sağılarak Kızıltepe‘ye doğru, döne döne, sektire sektire atlarını, şaha kaldırarak, silahlar sıkarak gökyüzüne, düğün alayı yürür.
Aley, olduğu yerde, yengelerin arasında dimdik hareketsiz, taş gibi durur. Nereye bakar, ne düşünür bilinmez, duvağın altında, görünmez. Ama çok sürmez, daha fazla dayanamaz. Duvak bile olsa, yüzünü gizlemek ona göre değildir. Köyü çıkar çıkmaz duvağını kendi eliyle kaldırır, toplar.
Artık “annacında Külhüyüğü” ve “aşmam” dediği Külhüyüğü‘nün Gedik görünmektedir, çölün eşiği…
.......................................
Ercihan Tandoğan paylaşımından alarak düzenleyen:
Numan Kurt
2 Aralık 2022
......................................................
Yazıda geçen yöresel sözcükler:
yağarnı: Sırt
Kösüredaşı: Bir yer adı
punar: Pınar
cuvara: Sigara
kerpiç: Balçıktan, kalıplara dökülüp, güneşte kurutularak elde edilen yapı malzemesi
Sadık: Hacıbektaş’a bağlı köy.
hongraf: Honograf
astab: Giysi, elbise
pakıl: Elinden geldiği halde iş yapmayan
heçe: Hiçe
filik: Tiftikten yapılmış püskül
Gedik: Yer adı
ıymak: Dokuma tezgahına ip yerleştirmek, ip çözmek
tıvga: Sulak yerlerde biten sarı çiçekli ot
yıvga: Özendirme, kışkırtma
annaç: Karşı, ön taraf
. .................................................



YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...