Pek çok yazımda belirttim. Ben, şu emeklilik günlerimde daha çok yaşadıklarımdan, gördüklerimden, olaylar karşısındaki duygu ve düşüncelerimden yararlanarak yazılar yazıyorum. Kitabı olan bir yazar falan değilim; ama okuyanlar onurlandırıcı övgülerle beni mutlu ediyorlar. Yazarlık öyle kolay iş değil. Yüzyıllar içinde kalıcı olanlar yazar unvanını kazanırlar. Onların eserleri artık adları gibi ölümsüzdür. Ben kendimi hep şöyle tanımladım. Neler yaşamışsa, ne düşünüyor, ne duyuyorsa onları dilinin kafasını yarıp gözünü çıkarmadan kağıda aktaran bir emekli.
Giderek daha iyi olan kara kalem portreler çizmek de ayrı bir uğraşım. Portresini çizdiğim kişinin sevinci, teşekkürü beni de mutlu ediyor. Anlayacağınız mutlu olmak için piyangodan ya da lotodan milyonlar kazanmayı bekleyen biri değilim.
Edebiyatımızda “olay öyküleri”nin öncüsü Ömer Seyfettin'dir. Bu öykülerde serim, düğüm, çözüm planına uygun olarak olay başlar, gelişir, beklenmedik sonuçlarla biter. “Durum öyküleri”nin öncüsü de Sait Faik Abasıyanık'tır. Öykülerinde ilgi çeken, beklenmedik sonuçlarla biten olaylar yoktur. Bu yazarımız için anlatım ön plana çıkar.
Yine gündelik hayatın akışı içinde yaşananları anlatan bir başka öykücümüz de Memduh Şevket Esendal'dır. Örneğin “Hayat Ne Tatlı” adlı öyküsünde Hafız Nuri Efendi'nin dışarı çıkıp şöyle bir mahalleyi dolaşmasını anlatır; ama biz okurken apayrı bir tat alırız.
Bunlardan ne için söz ediyorum? Yazma konusunda bu yazarların yanında bir nokta bile olamam; ama öykülerini okuyan biri olarak onlardan örnek alıyorum ve diyorum ki: “Yaşadıklarınızı, duygularınızı, düşüncelerinizi yazın. İlle de 'yazar' olmak zorunda değilsiniz. Söz uçar, yazı kalır. Kimse okumasa bile bir gün torunlarınız 'Bak, dedem neler yaşamış, neler yazmış!' diyerek okuyacaktır.”
İşte içinde “korku” olan bir “tarlaya ekmek götürme” öyküsü.
Edebiyatımızda “olay öyküleri”nin öncüsü Ömer Seyfettin'dir. Bu öykülerde serim, düğüm, çözüm planına uygun olarak olay başlar, gelişir, beklenmedik sonuçlarla biter. “Durum öyküleri”nin öncüsü de Sait Faik Abasıyanık'tır. Öykülerinde ilgi çeken, beklenmedik sonuçlarla biten olaylar yoktur. Bu yazarımız için anlatım ön plana çıkar.
Yine gündelik hayatın akışı içinde yaşananları anlatan bir başka öykücümüz de Memduh Şevket Esendal'dır. Örneğin “Hayat Ne Tatlı” adlı öyküsünde Hafız Nuri Efendi'nin dışarı çıkıp şöyle bir mahalleyi dolaşmasını anlatır; ama biz okurken apayrı bir tat alırız.
Bunlardan ne için söz ediyorum? Yazma konusunda bu yazarların yanında bir nokta bile olamam; ama öykülerini okuyan biri olarak onlardan örnek alıyorum ve diyorum ki: “Yaşadıklarınızı, duygularınızı, düşüncelerinizi yazın. İlle de 'yazar' olmak zorunda değilsiniz. Söz uçar, yazı kalır. Kimse okumasa bile bir gün torunlarınız 'Bak, dedem neler yaşamış, neler yazmış!' diyerek okuyacaktır.”
İşte içinde “korku” olan bir “tarlaya ekmek götürme” öyküsü.
***
YAĞMURUN SESİ HOŞ GELİR TOPRAĞA
Önce kara bulutlar
yükselirdi
Karşı tepelerin
ardında
Giderek kararırdı
Gökyüzü
Yorulmuşuz
ellerimizde çapa
Islanmayı da
aramazdık
Tuz değildik ya
Eriyecek
Çok korkuturdu beni
Göğü baştan başa
yaran şimşek
Ve de gök gürültüsü
Her gün başlardı kırkikindiler
Baharın en güzel
ayında
Nisanda
Yetişemezdik bazen
tarladan eve
Yoktu
Kuru giysilerle bile
Değiştiremezdik üstümüzü
Ne yağmurlar yağardı
eskiden
Ne çok korkardım ben
Gök gürültüsünden
***
Yağmur yağıyor. Arada
azalsa da memlekete gidinceye kadar da durmadan yağdı. Arabanın camına vurup
süzüldükçe yağmur damlaları, toprağı suladıkça ben mutlu oluyorum. Bir
şarkı vardı geçmişten aklımda kalan. İlk iki dizesinde
“Yağmurun sesine bak/ Aşka davet ediyor…” diye başlıyordu. Bu yağan yağmur beni
aşka falan davet etmiyor. Başka hayaller kurduruyor bana. Güzel ekin olacak bu
yıl. Şimdiden yeşil bir halı gibi serilmiş bozkırın toprağına. Allah afattan
korusun çiftçinin yüzü gülecek. Meyvelerini taşıyamayacak ağaçların dalları. En
çok da kayısıyı severim ben. Geçen yıl hasret kaldığımız kayısıdan da bol bol
yiyeceğiz.
Memlekete gidip
gelinceye kadar çisil çisil ve de usul usul yağan yağmur bana bu hayalleri
kurdururken hiç gök gürlemedi. Gürlemedi;
ama yağmurun yağışını arabanın camından seyrederken bir çocukluk anım geldi gözümün önüne.
Çocukluk dediysem de o zaman sanıyorum on üç on dört yaşında varım.
Teyze oğlu Ömer’le
yaşlarımız yakın, akran sayılırız. O ilkokuldan sonra okula gitmese de
tatillerde köye gelince çoğu zaman onunla gezerim, arkadaşlık ederim.
Evden çıktım,
teyzemlerin evine doğru gidiyorum. Arada bir ev var zaten, dedemin evi. Tam
evin kapısına yönelecekken teyzemin sesini duydum. Tandır damından geliyordu:
-Nereye gidiyorsun
kurban olduğum?
-Size geldim teyze,
Ömer evde yok mu?
-Yok, tarla sürmeye
gitti. Öğlen yaklaşıyor, karnı da acıkmıştır. Çıkınını hazırladım, ha götürsen
ne var.
-Hangi tarlada teyze?
Uzaksa neyle götüreyim.
- Karaçalı’da, ahırda
bizim eşek var, çıkar getir, ben de ekmek çıkınını alıp getireyim.
Eşeğin üstünde ne
semer var ne de bir çul. Sırtı yanır olmuş eşeğe bindim. Teyzem, elime azık
çıkınını, bir de kurumuş söğüt dalından ince çubuğu verdi.
-Yağmur da geliyor ya kuzum, Ömer’im acıkmıştır, tarla
sürüyor, ver de gel!
-Tamam teyze, sen
merak etme.
Ömer’e, eşek sırtında
azık götürmekten çok “Traktörü belki verir de tarlada biraz sürerim.” diye düşünüp
neşeyle köyün dışına, Karaçalı’ya doğru
sürüyorum eşeği. Sürüyorum ya göğe baktığımda gökyüzünü kara bulutlar kaplamış.
“Şimşek çakıp gök gürlemeden, yağmur başlamadan tarlaya ulaşırım. Tarlada da
vagonetin altına sığınırım.” düşüncesiyle biraz da acele ediyorum. Şimşek henüz
uzaklardan çakıyor.
Tarlaya vardığımda
teyze oğlu , traktörün sesinden sesimi duymuyor, ancak traktörün yönü benden
yana dönünce el sallayıp “Geliyorum, vagonetin yanında bekle!” diye bağırıyor.
Azık çıkınını ona
verdikten sonra “Traktörle bir iki de sen dolan.” demesini bekliyorum; ama herhalde acemiliğimden dolayı korkmuş olmalı
ki sesi çıkmıyor.
-Ben, bohçayı akşam
getiririm, bak yağmur geliyor, sen bir an önce köye dön!
-Boş ver, yağmurdan
sonra da giderim, yağarsa da vagonetin altında yatarım.
-Yok yok, yağmurun ne
kadar süreceği belli olmaz, haydi teyze oğlu sen git!
Benim de içimde bir
korku var ya, hemen eşeğe binip yönünü köye çeviriyorum. Bu arada kara bulutlar
tam tepemde. Yağmur damlaları düşmeye başlıyor. Hani köylerde derler ki “Yıldırım eşeğe pek düşermiş, eşek murdar hayvandır.” diye. Pek çok hurafe gibi
bu saçmalık da benim çocuk aklımda yer etmiş. Oysa düz arazide yıldırım eşeğin
üstüne murdarlığından değil araziye göre yüksekte olduğu için düşebilir. Ben ,
bu korkuyla bir taraftan eşeği çubukla dehleyip bir taraftan göğe bakarken bir
şimşek çakıyor ki tepemde, gökyüzü baştan başa ışık çizgisiyle kaplanıyor. “İşte
gittim şimdi!” diye eşeğin boynuna doğru eğiliyorum. Gökyüzünde müthiş bir
çatırtı. O yağmurda sırtımdan ter akıyor korkudan. İki üç kez tekrarlanıyor bu
şimşek ve gök gürültüsü. Yağmur, beni sudan çıkmış sıçana döndürse de yıldırıma
çarpılmadan köye, teyzemlerin evine ulaşıyorum.
“Gece aynaya bakma
bahtın kapanır, salı günü yola çıkma sallanırsın, akşam tırnak kesilmez, hamamlığa işeme cin çarpar, korkut geliyor,
öcü var….” diye diye korkularla geçerse çocukluğunuz şimşek çakıp gök gürleyince
de korkmanız çok doğal.
Bunları düşündüm köye
giderken. Yağmur damlaları arabanın camına vurdukça yağmurla yaşadıklarım geldi
aklıma. O sırada boz toprak yeşermiş , yağmura minnettar, bize de gülücükler
atıyordu sanki.
Şair ne güzel
söylüyor. Suya muhtaç toprağı yeşerten, sevgiye muhtaç gönülleri rahatlatan
yağmur, çisil çisil yağ, bereket yağdır, sel olup akma, toprak sindirsin seni, bassın bağrına.