2 Nisan 2015 Perşembe

"SÖZ KULAĞA, YAZI UZAĞA GİDER / YAĞMURUN SESİ HOŞ GELİR TOPRAĞA









Pek çok yazımda belirttim. Ben, şu emeklilik günlerimde daha çok yaşadıklarımdan, gördüklerimden, olaylar karşısındaki duygu ve düşüncelerimden yararlanarak yazılar yazıyorum. Kitabı olan bir yazar falan değilim; ama okuyanlar onurlandırıcı övgülerle beni mutlu ediyorlar. Yazarlık öyle kolay iş değil. Yüzyıllar içinde kalıcı olanlar yazar unvanını kazanırlar. Onların eserleri artık adları gibi ölümsüzdür. Ben kendimi hep şöyle tanımladım. Neler yaşamışsa, ne düşünüyor, ne duyuyorsa onları dilinin kafasını yarıp gözünü çıkarmadan kağıda aktaran bir emekli.
Giderek daha iyi olan kara kalem portreler çizmek de ayrı bir uğraşım. Portresini çizdiğim kişinin sevinci, teşekkürü beni de mutlu ediyor. Anlayacağınız mutlu olmak için piyangodan ya da lotodan milyonlar kazanmayı bekleyen biri değilim.
Edebiyatımızda “olay öyküleri”nin öncüsü Ömer Seyfettin'dir. Bu öykülerde serim, düğüm, çözüm planına uygun olarak olay başlar, gelişir, beklenmedik sonuçlarla biter. “Durum öyküleri”nin öncüsü de Sait Faik Abasıyanık'tır. Öykülerinde ilgi çeken, beklenmedik sonuçlarla biten olaylar yoktur. Bu yazarımız için anlatım ön plana çıkar.
Yine gündelik hayatın akışı içinde yaşananları anlatan bir başka öykücümüz de Memduh Şevket Esendal'dır. Örneğin “Hayat Ne Tatlı” adlı öyküsünde Hafız Nuri Efendi'nin dışarı çıkıp şöyle bir mahalleyi dolaşmasını anlatır; ama biz okurken apayrı bir tat alırız.
Bunlardan ne için söz ediyorum? Yazma konusunda bu yazarların yanında bir nokta bile olamam; ama öykülerini okuyan biri olarak onlardan örnek alıyorum ve diyorum ki: “Yaşadıklarınızı, duygularınızı, düşüncelerinizi yazın. İlle de 'yazar' olmak zorunda değilsiniz. Söz uçar, yazı kalır. Kimse okumasa bile bir gün torunlarınız 'Bak, dedem neler yaşamış, neler yazmış!' diyerek okuyacaktır.”
İşte içinde “korku” olan bir “tarlaya ekmek götürme” öyküsü.

***

YAĞMURUN SESİ HOŞ GELİR TOPRAĞA

Önce kara bulutlar yükselirdi
Karşı tepelerin ardında
Giderek kararırdı
Gökyüzü
Yorulmuşuz ellerimizde çapa
Islanmayı da aramazdık
Tuz değildik ya
Eriyecek
Çok korkuturdu beni
Göğü baştan başa yaran şimşek
Ve de gök gürültüsü
Her gün başlardı kırkikindiler
Baharın en güzel ayında
Nisanda
Yetişemezdik bazen tarladan eve
Yoktu
Kuru giysilerle bile
Değiştiremezdik  üstümüzü
Ne yağmurlar yağardı eskiden
Ne çok korkardım ben
Gök gürültüsünden

***

Yağmur yağıyor. Arada azalsa da memlekete gidinceye kadar da durmadan yağdı. Arabanın camına vurup süzüldükçe yağmur damlaları, toprağı suladıkça ben mutlu oluyorum. Bir şarkı  vardı  geçmişten aklımda kalan. İlk iki dizesinde “Yağmurun sesine bak/ Aşka davet ediyor…” diye başlıyordu. Bu yağan yağmur beni aşka falan davet etmiyor. Başka hayaller kurduruyor bana. Güzel ekin olacak bu yıl. Şimdiden yeşil bir halı gibi serilmiş bozkırın toprağına. Allah afattan korusun çiftçinin yüzü gülecek. Meyvelerini taşıyamayacak ağaçların dalları. En çok da kayısıyı severim ben. Geçen yıl hasret kaldığımız kayısıdan da bol bol yiyeceğiz.
Memlekete gidip gelinceye kadar çisil çisil ve de usul usul yağan yağmur bana bu hayalleri kurdururken hiç gök gürlemedi.  Gürlemedi; ama yağmurun yağışını arabanın camından seyrederken  bir çocukluk anım geldi gözümün önüne. Çocukluk dediysem de o zaman sanıyorum on üç on dört yaşında varım.
Teyze oğlu Ömer’le yaşlarımız yakın, akran sayılırız. O ilkokuldan sonra okula gitmese de tatillerde köye gelince çoğu zaman onunla gezerim, arkadaşlık ederim. 
Evden çıktım, teyzemlerin evine doğru gidiyorum. Arada bir ev var zaten, dedemin evi. Tam evin kapısına yönelecekken teyzemin sesini duydum. Tandır damından geliyordu:
-Nereye gidiyorsun kurban olduğum?
-Size geldim teyze, Ömer evde yok mu?
-Yok, tarla sürmeye gitti. Öğlen yaklaşıyor, karnı da acıkmıştır. Çıkınını hazırladım, ha götürsen ne var.
-Hangi tarlada teyze? Uzaksa neyle götüreyim.
- Karaçalı’da, ahırda bizim eşek var, çıkar getir, ben de ekmek çıkınını alıp getireyim.
Eşeğin üstünde ne semer var ne de bir çul. Sırtı yanır olmuş eşeğe bindim. Teyzem, elime azık çıkınını, bir de kurumuş söğüt dalından ince çubuğu verdi.
-Yağmur da  geliyor ya kuzum, Ömer’im acıkmıştır, tarla sürüyor, ver de gel!
-Tamam teyze, sen merak etme.
Ömer’e, eşek sırtında azık götürmekten çok “Traktörü belki verir de tarlada biraz sürerim.” diye düşünüp  neşeyle köyün dışına, Karaçalı’ya doğru sürüyorum eşeği. Sürüyorum ya göğe baktığımda gökyüzünü kara bulutlar kaplamış. “Şimşek çakıp gök gürlemeden, yağmur başlamadan tarlaya ulaşırım. Tarlada da vagonetin altına sığınırım.” düşüncesiyle biraz da acele ediyorum. Şimşek henüz uzaklardan çakıyor.
Tarlaya vardığımda teyze oğlu , traktörün sesinden sesimi duymuyor, ancak traktörün yönü benden yana dönünce el sallayıp “Geliyorum, vagonetin yanında bekle!” diye bağırıyor.
Azık çıkınını ona verdikten sonra “Traktörle bir iki de sen dolan.” demesini bekliyorum; ama  herhalde acemiliğimden dolayı korkmuş olmalı ki sesi çıkmıyor.
-Ben, bohçayı akşam getiririm, bak yağmur geliyor, sen bir an önce köye dön!
-Boş ver, yağmurdan sonra da giderim, yağarsa da vagonetin altında yatarım.
-Yok yok, yağmurun ne kadar süreceği belli olmaz, haydi teyze oğlu sen git!
Benim de içimde bir korku var ya, hemen eşeğe binip yönünü köye çeviriyorum. Bu arada kara bulutlar tam tepemde. Yağmur damlaları düşmeye başlıyor. Hani köylerde derler ki  “Yıldırım eşeğe pek düşermiş, eşek  murdar hayvandır.” diye. Pek çok hurafe gibi bu saçmalık da benim çocuk aklımda yer etmiş. Oysa düz arazide yıldırım eşeğin üstüne murdarlığından değil araziye göre yüksekte olduğu için düşebilir. Ben , bu korkuyla bir taraftan eşeği çubukla dehleyip bir taraftan göğe bakarken bir şimşek çakıyor ki tepemde, gökyüzü baştan başa ışık çizgisiyle kaplanıyor. “İşte gittim şimdi!” diye eşeğin boynuna doğru eğiliyorum. Gökyüzünde müthiş bir çatırtı. O yağmurda sırtımdan ter akıyor korkudan. İki üç kez tekrarlanıyor bu şimşek ve gök gürültüsü. Yağmur, beni sudan çıkmış sıçana döndürse de yıldırıma çarpılmadan köye, teyzemlerin evine ulaşıyorum.
“Gece aynaya bakma bahtın kapanır, salı günü yola çıkma sallanırsın, akşam tırnak kesilmez,  hamamlığa işeme cin çarpar, korkut geliyor, öcü var….” diye diye korkularla geçerse çocukluğunuz şimşek çakıp gök gürleyince de korkmanız çok doğal.
Bunları düşündüm köye giderken. Yağmur damlaları arabanın camına vurdukça yağmurla yaşadıklarım geldi aklıma. O sırada boz toprak yeşermiş , yağmura minnettar, bize de gülücükler atıyordu sanki.


 Şair ne güzel söylüyor. Suya muhtaç toprağı yeşerten, sevgiye muhtaç gönülleri rahatlatan yağmur, çisil çisil yağ, bereket yağdır, sel olup akma, toprak sindirsin seni, bassın bağrına.

YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...