10 Ocak 2010 Pazar

GÜN GEÇER, ÇALIŞIR ZAMANIN DEĞİRMENİ












Siz bilir misiniz Nevşehir simidinin tadını 

O her zaman yediğiniz simitlere benzemez
Çıkar çıkmaz
Sımsıcak
Ve de elin yanarak yiyeceksin
Tadı kaçar dağılır biraz bayatlayınca
Nasıl mutlu olurduk
Nevşehir'de
O yılların tek ortaokuluna yakın fırından
Yeni çıkmış o simidi
Yirmi beş kuruşa alınca

Geçmişte yaşadıklarımızı anlatırken o günlere bir özlem mi vardı içimizde? Neydi bizi kırk, elli yıl önceki yaşanmışlıklarımızı anlatırken mutlu kılan? Geleceği düşünmeden hep geçmişi mi özlüyoruz yaş yetmiş olunca? Oysa bugün yaşamı kolaylaştıracak her şey o kadar çoğaldı ki...
Bunları sordum kendime yazıya başlarken. Yanıtını da yine kendim vereyim.
Öncelikle geçmişe dönerek kendi yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Bildiğiniz, yaşayıp gördüğünüz olaylar olduğu için hem anlatım kolaylaşıyor hem de yazmaktan keyif alıyorsunuz.
Uzun yıllar geçtiği için olayların olumsuz yönleri çoğu zaman siliniyor, içinizde tatlı bir anı olarak kalan olumlu yanlarını anlatıyorsunuz.
Artık ne kadarsa bu yeryüzünde güneşi göreceğiniz günler, insan olarak bu ömür içinde acı tatlı olaylar yaşamışsınızdır. Hele işiniz kutsal meslek olan öğretmenlikse “insan”la uğraşıyorsunuz. Anlatacak o kadar yaşanmışlığınız vardır. Kimseye “Neden yazmıyorsun, anlatmıyorsun?” deme hakkım yok. Az da olsa anlatanlar oluyor.
“Sen yazıyorsun, yazdıkların sıradan bir yaşam içinde olabilecek olaylar. Kimi, ne kadar ilgilendiriyor? Ancak geçmişe dalıp kendini avutuyorsun.” diye düşünebilirsiniz. Ben de diyorum ki “Hiç önemli değil. Birincisi ben yazdıkça mutlu oluyorum. İçimi döküyorum. En azından torunlarım ola ki bir gün okuduğunda 'Dedem, zorluklar içinde okumuş, o zamanlar bizde olan olanakların hiçbiri yokmuş.' desinler, dünden bugüne yaşayış farkını anlatayım yeter. Ayrıca diğer yazılarımdan da anlaşılır ki geçmişe takılıp kalan biri değilim.”
Anlatılanların ille de bir serüven romanı ya da filminde anlatılanlar gibi olması gerekmez. Yıllardır görmediğiniz okul arkadaşlarınızla buluşmanızı içine duygularınızı katarak anlatmak da mutluluk verir insana. İşte bu nedenle dört yıldır katıldığım buluşmaları yazdım. Okuyunca mutlu olan arkadaşlarımın duyguları bana yeter.
Ortaokul yıllarımızda birkaçımız birleşerek kentte ya da kasabada ev tutarak okurduk. Aşağıda anlatacaklarım o yıllarla ilgilidir. Bu yazıyı daha önce de paylaştım. Sayfama yeni katılan arkadaşlarımın ve önceden okumayan arkadaşlarımın okuması dileğiyle yine paylaşıyorum. Çünkü bu yazının yazılış tarihi on bir yıl önce.

KENTTE KÖY ÇOCUKLARI




   Değişik konularda söyleşirken sık sık kullandığımız bir söz vardır: "Şimdiki aklım olsaydı..." deriz. Şimdiki aklımız o zaman olsaydı ne yapardık bilinmez; ama bu cümleyi kullanmaktan da ayrı bir zevk alırız. Ben de diyorum ki bugünkü gibi düşünebilseydim ortaokulun ilk yıllarından başlayarak günlük tutardım. Öğrencilerime de bunu sürekli önerdim. Anılar aklımda bölük pörçük kalmaz, daha canlı, daha ayrıntılı belirirdi. Köyünden ayrılıp ortaokul okumak için Nevşehir gibi bir kente giden, ilk kez bir kent görüp orayı dünyanın merkezi zanneden birinin yani benim anlatacaklarım var. Bugünün gençlerinden okuyanlar olursa bizlerin hangi koşullarda eğitim gördüğümüzü kendi durumlarıyla karşılaştırarak daha iyi anlarlar.
   İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim halde bir yıl daha okudum o şirin, bağlık bahçelik Topayın köyünde. Ağabeyimin yanına göndermişlerdi beni. O yıl maddi durum iyi değil diye bir yıl geciktirilmişti ortaokula gidişim. O köyün bağları, bahçeleri, bir de eli öpülesi yengemin göçmen sobasında yaptığı sıcak peynirli kömbeler hep aklımdadır.
   Ortaokula gittiğimde beş kişi bir evde kalırdık. Andıkça hep gözlerimin yaşardığı iki güzel insan, ağabeyim Yusuf Kurt, yine ağabeyim kadar yakın olduğum Nasuh Çelik. İkisi lisede okurlardı. İzzet Ünlütürk öğretmen okulunda, şimdi nerelerdedir hiç bilmediğim arkadaşım Yağmur Kaya ile ben de ortaokuldaydık. Ağabeyim daha sonra öğretmen okuluna geçiş yaptı. Şimdi elimde o günlerin tanığı bir fotoğraf var. Baktıkça duygulanırım. Ağabeyimin yoğun bakımdaki hali, iki kelime olsun konuşamayışımız, Nasuh ağabeyi de tedavisi sırasında, saçları dökülmüş haliyle bir düğünde görüp kendimi tutamayıp ağlayışım gelir aklıma. Keşke derim,o fotoğrafta bize o güzel yemekleri yapan, hakkını ödeyemeyeceğim Hacı Ebe de olsaydı. İki yıl yemeğimizi pişirdi o nurlu kadın. Hep Hacı Ebe dediğimiz için adını bugün de bilmem. Şimdi iki yaprak düştü o fotoğraftan.
   Kafamızda sarı şeritli okul şapkası
   Gezeriz
   Aval aval sokaklarda
   O küçük Anadolu kenti
   Bize sanki dünyanın merkezi

   Levhaları okumak en büyük zevkimiz
   Sinemaya gitmek
   İki filmi üst üste seyretmek
   Numarasız koltuklarda
   Sadece cumartesi öğleninde serbest
   Ayhan Işık, Fatma Girik
   Orhan Günşiray, Göksel Arsoy
   Ve de Türkan Şoray
   Hiç unutamadığım Ahmet Tarık Tekçe, Erol Taş
   İkisi de kalleşlikle arkadaş

   Anlatırdık bu filmleri
   Yazın köye geldiğimizde
   Ekin tarlaları yanında
   "Esas oğlanla kız, sonunda kavuştular..." diye diye
   Başka il, ilçelerde okuyan
   Arkadaşlara

   İki göz yerde beş genç, bir de ebemiz. Günde en az sekiz ekmek yeriz. Kış gelince Hacı Ebe'nin kocası Koca Mehmet dede de gelir yanımıza. Sayımız çoğalır, çoğalır da yarıya düşer ekmek sayısı. Niye mi? Girdiği savaşları,  olayların başını sonunu kaybederek anlatan dedemiz sık sık "Öhö,öhö!" diyerek ağzından çıkanları oturduğu mindere silerdi de ondan. O yaştaki adam bir de geceyarısı kalkar turşu küpüne elini daldırıp turşu yerdi.Tuvalete gitmek için kalktığımızda da bize yakalanırdı. Ara sıra babalarımız gelirdi üç beş kuruş harçlık vermek için. En çok da Nasuh ağabeyin babası Aşır emmiye hayret ederdim. Köyden Nevşehir'e, bizim yanımıza gelince hemen yatar, yattığı ile de uyuduğu bir olurdu.
   Köyümüzün bu kentte okuyan gençleri, tatillerde köye aynı minibüsle gelir giderdik. O zamanlar köyden Nevşehir'e vasıta bulmak zordu. Çevre köylerden gelip orada okuyanlarla da tanışır kaynaşırdık. Hayatın sıkıntılarını çok çekmiş, hapishanelerde yatmış, genç denebilecek yaşta yitirdiğimiz Osman Çoban da o zaman ortaokulda okurdu. Aynı yaşlardaydık. Ne bilsin ortaokul çocuğu siyaseti, şunu bunu. Sinemaya ve o zamanın magazin dergisi "Ses" dergisine çok meraklıydı. Babası Sait amca kağnıya koştuğu eşek arabasıyla üzüm satardı bizim köylerde. Osman'ı da (Osmanlı) burada bir iç burukluğu ile anmak istedim. Gençliklerinde onun gibi idealist düşünenlerin çoğu sonradan müteahhit oldular. Düşman oldukları sınıfa geçtiler; ama Osman hiç değişmedi. Yoksul geldi, yoksul gitti.
   Sözünü ettiğim bu beş kişi, bir de ebemiz iki yıl bir arada kaldık. İkinci yıl askerlik şubesine yakın bir evde, teneke toplayan Küsmez Ağa'nın evinde oturduk. Futbol hastası bir albay vardı şube başkanı. Akşam üzeri bizleri şubenin bahçesinde toplar, takım kurardı. Bizim Yağmur Kaya'nın top oynayışını da çok beğenirdi.
   Ortaokul üçüncü sınıfta yine rahmetli ağabeyim, ben ve arkadaşım Mehmet Deveci (Mehmet Ali) aynı evde kaldık. Aşçımız da rahmetli Hakkı dayımdı (Çavuş). Kara örtü bir evde oturuyoruz. Evin iki odası var. Gece yatınca evin üstünü örten ağaçlar çatır çatır ediyor. Zamanla yağmurun suyu sıza sıza bu ağaçların uçlarını çürütmüş.
   Yer sofrasını kurmuşuz. Öğle yemeği. Aynı kabın içindeki patatesi kaşıklıyoruz. Yanında soğan eksik olur mu hiç. Bizim M. Ali'yi bıraksan adam sabah kahvaltısında çayın yanında da soğan yiyecek. Bir çatırtı. Tavanın ortasında elektrik kablosunun ve ucunda ampulün bulunduğu direk yerde. Çürüyen ucundan kopup tam üstümüze düştü. Hakkı dayım, ben ve M. Ali, üç tarafa yattık. Direk çürüyen ucuyla tek taraflı tabana düştüğü için kurtardık. Hakkı dayım:
   -Aman uşaklar, direğe dokunmayın, ıslak, elektrik çarpar, diye bağırıyordu.
   O gece öbür küçük odada yattık. Orası da farklı değildi. Direklerin ucu çatır çatır ettikçe gel de uyu.
   Ortaokulu bitirdiğim yıl polis kolejine başvurmak istedim. Başvuruyu yapabilmek için de devlet hastahanesinden heyet raporu almam gerekiyordu. Ayrıca başvuru için yaşım küçük geldi. Zaten bir yaş küçük yazılmışım. O yıl bir çarşamba günü Hacıbektaş'tayız. Yaşımı büyütmek için mahkemeye gireceğiz. Hacıbektaş'ın pazarı o gün olmadığı için babam kim varsa ilçede bulmuş getirmiş. İki şahitten biri rahmetli Ömer amca (Ömer Köksal, Recep'in, Ahmet'in babası). Hâkimin odasına girdik. Sıra şahitlere gelince hâkim, Ömer amcaya sordu:
   - Bu delikanlının adı ne?
   -Bilmem ki hâkim bey, Asım mıydı, Yusuf muydu?
   Hâkim güldü, bu saf, temiz adamın yanıtına:
   -Peki, sen adını bilmediğin birinin yaşını, doğduğu tarihi nasıl bileceksin?
   Ömer amcam kara kara düşünürken hâkim de kararı yazdırarak yaşımızı bir yaş büyüttü. Kayseri'ye rapor almak için ağabeyimle gittik; ama gözümüz bozuk olduğu için raporu alamadık, polis de olamadık.
   ***
   Yazmak, hep yazmak istiyorum. Bu yazının başında dediğim gibi o yıllardan beri günlük tutabilseydim neler yazardım neler. Fransızların çok sevdiğim bir atasözleri var: "Gençlik bilseydi, ihtiyarlık yapabilseydi." derler. Yine de olanı biteni, aklımda az çok tutabildiklerimi elden geldiğince yazacağım. Bazen de üzülürüm. Niye köyümdeki yaşlılardan eski hikâyeleri dinleyip not almadım diye.
   Bir manşet okudum bugün
   Gazetenin birinde
   Şöyle diyordu:
   "Altı yüz liraya köle düzeni"
   Kimdi bunlar biliyor musunuz
   Bir kömür ocağında
   Yerin iki yüz metre altında
   O ocağın yüzü kömür karası
   On dokuz öleni

   Ey hayat, bu mu kanunun, adaletin
   Gelir mi dersiniz bir gün
   Değiştirecek, bu düzeni
   ......................

   Numan Kurt
   11 Aralık 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YEŞİLLİKLER ÜZERİNDE KIRMIZI GELİNCİKLER

  Sabah erken yürürken kıyıda Deniz masmavi, hafif dalgalı Belli ki temizlemiş kendini bütün kış boyunca Güneş ısıtırken yeryüzünü Hafiften ...