24 Nisan 2025 Perşembe

BENİMKİ BAŞKA MASA





 Günler devrilip gidiyor birbiri ardına. Zamanı durdurmak olası mı? Çalışma yıllarımda her ne kadar makam masalarına pek hevesim olmasa da şimdi benim de bir masam var. Öyle sümenli, kalemli, evrakların olduğu, adımın yazılı olduğu bir masa değil benimki. Üzerinde laptop var. Önünde de plastikten bir sandalye. Onunla yazdığım yazılarda köyüm, köyümün benim çocukluk ve gençliğimde yaşayışı, kültürü, insanları; güncel olaylar üzerinde duygu ve düşüncelerim, anılarım, Nasrettin Hoca fıkralarının manzum düzenlemeleri var. Yakınlarımın, arkadaşlarımın kara kalem portreleri var.

İşte böyle "masa masa..."derken benim de "masa" üzerine bir şeyler yazmak geldi aklıma. Ondan bundan söz ederken saçmaladıysam hoş görüle. Bir bakıma o bilgisayar masası benim emeklilikte can yoldaşım, içimi döktüğüm arkadaşım.
***
Yıllar önce bir şiir antolojisinde Edip Cansever'in "Masa da Masaymış Ha!" başlıklı şiirini okumuştum. O şiirden çağrışımla okuyanlara tuhaf gelse de "masa" ve özellikle de benim masam üzerine yazdım bu yazıyı.
Edip Cansever, şiirimizin büyük şairi
“Masa da Masaymış Ha!”
Onun, sevdiğim, defalarca okuduğum en güzel şiiri
Neler neler anlatıyor bu şiirde şiirin ustası
Görseniz neleri koyuyor o masaya
Ben de baktım bilgisayar masama
Bırakın kalfalığı, çırağı bile olamasam da
“Bu masaya neler koyuyorum?” diye
Özendim o büyük ozana
Bilirsiniz çoğunuz o şiiri
Adamın karşısında bir masa
Geçip oturuyor onun karşısına
O anda neler geliyorsa aklına
Ha bire dolduruyor masaya
Anahtarlarını, çiçekleri, sütünü, yumurtasını
Bisiklet, çıkrık sesini, pencereden sızan güneş ışığını
Ekmeğin, havanın yumuşaklığını
Hayatta neler yapmak istediğini
Kimi sevip kimi sevmediğini
Üç kere üçün ettiği dokuzu
Uzanıp koyuyor masaya sonsuzu
İçtiği biranın bardağa dökülüşünü
Uykusunu, uyanıklığını; açlığını, tokluğunu
Hepsini dolduruyor masaya
Bana mısın demiyor bu kadar yüke masa
Biri iki sallanıp duruyor
Adam ne gelirse aklına ha bire koyuyor
Edip Cansever'in şiirini buraya olduğu gibi almadan şiirde anlatılanları kendi kurduğum dizelerle yazmaya çalıştım. Bu güzel şiiri okumak isteyenler kolaylıkla bulup tadına varabilirler.
***
Dedim ya! Bir masa da benim var. Fotoğrafta görüyorsunuz. Bakın ben bu küçük bilgisayar masasına neler koymuşum, neleri masama yaklaştırmamışım:
Öyle büyük değil benim masam
Durur odamın köşesinde hiç kıpırdamadan
Çok yük taşımaz üzerinde
Üstte bilgisayarım, alt gözlerde kağıt kalem
Yazılarımı yazarım bu masada
Sabahın ilk ışıkları daha ortaya çıkmadan
Yaşadıklarım, duygularım, düşüncelerim vardır o yazılarda
Köyümü, çocukluğumu, arkadaşlarımı
Güncel olaylara bakışımı, bana anlatılanları yazarım
Çocuklukta, gençlikte yaşadıklarımızı
Şimdiki gençlere, çocuklara aktarmaya çalışırım
Çizdiğim kara kalem portreler
Kağıt üzerinde değişik değişik güzel yüzler
Kimin çizilmişse portresi
Bana en büyük armağandır onun sevinci, teşekkür etmesi
Ve de halk filozofu Nasrettin Hoca fıkralarının düzenlemesi
Yer alırlar bu küçük masamda
Yalan dolan
Aşağılama, insanlar için onur kırıcı olan
Her olaya at gözlüğü ile bakmak
Yağdanlık, sahibinin sesi olmak
Eleştiriden öte çamur atmak
Bilinsin ki yoktur benim masamda
Güzel dilimin kafası gözü de yarılmaz yazılarımda
Varsa alıntı, belirtirim yazanını, alırım tırnak içine
Yararlanırım pek çok kaynaktan
Ama çalıntı yoktur
Bu böyle biline
***
Her zaman söylüyorum
Ne yazar ne ressam ne de şairim
Öyle kolay değil bu işler
Bu bir alçakgönüllülük değil gerçeğin anlatımıdır
Yazdıklarım, çizdiklerim
Bir emekli için, emek verilen tatlı birer uğraşıdır
İşte bu masa da benim yakın arkadaşım
Daha neler neler var ona anlatamadıklarım
Gün olur, bahar gelir adaletsizleri, kayıranları değil
Vefalı, dürüst, ülkeyi düzlüğe çıkaran insanları
Adaleti, liyakati, insanca paylaşımı
Bu masada mutlulukla yazarım
.........................................................
Numan Kurt
22 Nisan 2025

9 Nisan 2025 Çarşamba

UZUN BİR YOL ÖYKÜSÜ



Özlemini duydukların varsa
Gideceğin yolun sonunda
Yorulmazsın, mutlu olursun
Yol çok uzun olsa da
***
Dönmemiştim uzun süredir
Kış aylarını yaşadığım Ankara'ya
Ve oradan yılda bir kere de olsa gittiğim
İçinde köyümün de bulunduğu Anadolu bozkırına
Bambaşka bir şeydi benim istediğim
Bir süredir yaşasam da uzaklarda, deniz kenarında
Martıların sesi, dalgaların hışırtısı, denizin iyot kokusu
Memleket özlemi yanında
Uzak kalıyordu bana
Bir yolculuk olmalıydı
Evet evet epeydir aklımdaydı bu
Hiç bitmedi içimde sılaya yolculuk hevesi
Kendime, akrabaya, arkadaşlara
Köy mezarlığında yatan anaya, babaya
Ve uzun süredir içime çekemediğim
Bozkırın poyrazına, havasına
Ben, bu duyguları yaşarken ara sıra telefonla konuştuğum arkadaşım, yazılarımın baş kahramanı Hayrullah arkadaşım son konuşmamızda dedi ki bana, "Hele sen gel Ankara'ya, bak sana ne müjdem var!" Bu sözü duyunca "Bak," dedim, " söylersen o müjdeyi, bir an önce çıkarım yola!"
"Sen gel, seni memlekete götüreceğim. Benim köyümü, senin köyünü gezeceğiz, akrabayı, arkadaşları göreceğiz."
Yukarıda da belirttiğim gibi bir çok yazımın kahramanı Hayrullah'ı ilk kez "İNSANIN ARKADAŞI OLMALI" başlıklı yazımda biraz da mizah diliyle anlatmıştım. Bu sürprizi de onun "arkadaş" sözcüğünün anlamını özünde taşıdığının bir kanıtıdır.
İnsanın böyle arkadaşı olur da tutmaz mı sözünü? Biz de düşelim dedik 3 Nisan Perşembe günü memleket yoluna.
Bu yazı o yolculuğun öyküsüdür.
***
Memleket yolculuğumuz tümüyle arkadaşım Hayrullah'ın düzenlemesidir. Ben önce bilmiyordum, Değerli arkadaşlarımız Mehmet Var ve Mustafa Duman da iki memleketli olarak Hayro'nun davetiyle yol arkadaşlarımız oldular. Sabahın yedisinde Mehmet'i Batıkent'te; daha sonra Mustafa'yı Lalahan'da aldık,
"Sen öne, kaptanın yanına otur, hız yaparsa Hayro'yu uyarırsın." deseler de ben "Yok, ben arkada Mustafa'nın yanına oturacağım. Onunla konuşacaklarım var. 'Benim tek rakibim Türk Hava Yolları' diyen kaptanım benim sözümü dinler mi?" diyerek geçtim arka sıraya.
Mustafa; yazdığı, benim "manzum öykü" dediğim şiirlerini kitap olarak bastıracakmış. Ben, çıktılar üzerinde gerekli düzenlemeleri yapmıştım, o konuda da konuşacaktık.
Doğduğumuz topraklara doğru yolculuk güzel. Yer yer düz giden yer yer kıvrılan yolda, ağaç fakiri olan bozkırda yeşeren ekinleri, açan kır çiçeklerini seyrederek, okul, meslek anılarıyla yol almak hepsinden güzel.
İlk durağımız Hayrullah'ın köyü Çimeli. Köyün civarında bir çok mandıra var; ama nerede o 1960-1970'li yılların köyleri. Bizim kaptan babasının mezarını ziyaret ederken insan göremedik köyün içinde. Yolculuk boyunca da "Sizin köyde bir tek köpek gördük." diye takıldık bizim kaptan Hayro'ya. Yağmur, sindire sindire yağarak bereketini akıtırken toprağa biz de Kırşehir'in yeni ilçelerinden Boztepe üzerinden çıktık Ankara-Kayseri yoluna.
Kırşehir'den sonrası benim, arkadaşlara göre, daha iyi bildiğim yerler. Yol alırken doğduğum köye doğru geçtiğimiz ya da uzaktan gördüğümüz köyleri tanıtmak da bana düştü.
Yıllarca öğretmenlik yaptığım Mucur'a uğramamak olur muydu? Orada mola vererek Sadi Köksal, Adem Selçuk, daha sonra gelen Muzaffer Yıldırım dostlarımızla, benim başka tanıdıklarımla çay içtik, söyleştik. İşin ilginç yanı benim yazılarımla Ankara, Kırşehir yöresinde ünü yayılan Hayrullah'ı tanımak isteyenler vardı. Elli yıllık arkadaşım, dostum Sadi ve Muzaffer Beyler "Biz, seni değil Hayrullah'ı görmek istiyoruz!" dediler.
Esprilerle, neşeyle ayrıldık Mucur'dan.
Bizler, doğduğumuz topraklarda böyle ilerlerken yolumuzu asker yolu gibi bekleyen biri vardı Avanos'ta. "Canlı konum atın, gecikmeyin, sakın karnınızı doyurmayın, şimdi neredesiniz?" diyen, birkaç kez de telefon eden biri. Okul arkadaşlarımız hemen tahmin etmiştir bu arkadaşımızı. Diğer okurlar için de adını ben yazayım: Ahmet Özbek.
Bizim yörede bir söz vardır. Böyle yerinde duramayan kişilere yöresel söyleyişle "telaşe müdürü" derler. Ahmet'in bu telaşı, sabırsızlığı da elbette yerinde duramayan yapısından, arkadaşlarına, konuklarına karşı içten duygularından geliyor.
Avanos'ta gördüğümüz konukseverliği, yaşadıklarımızı köyümde gördüklerimizden sonra anlatacağım.
Öğle vaktinde Kayseri yolunun dört kilometre yakınındaki Sadık köyüne, benim köyüme ulaştık. Benim çocukluğumda üç beş söğütten başka ağaç bulunmayan köyümde şimdilerde değişik ağaçlar epeyce çoğalmış. O yıllarda yüz elli hane olan köyüm, artık otuz kırk hane. Ağaçlar çoğalsa da insan azalmış. Mezarlıkta annemi, babamı ziyaretten sonra köyü baştan başa arabayla geçtik; ama dışarıda kimseyi göremedik. Yine de Hayrullah dedi ki bana, "Sizin köy, bizim köyün yanında Paris gibi." Elli yıl önce okulu, okulunda yedi sekiz öğretmeni olan köyümde okul binası şimdi virane.
Köyümle ilgili şu güzelliği de kısaca belirtmeliyim: Adana'da yaşadıkları halde köyümüz için yardım kampanyası açarak topladıkları parayla düğün ve cenaze toplantıları için sandalye, masa diğer gerekli araçları alan, köye kameralar taktıran, mezarlıkları temizleyerek çok sayıda fidan dikilmesine öncülük eden Oğuzhan Deveci ve Murat Bozdağ yeğenlerimi de burada minnetle anmalıyım.
"Haydi bakalım, Ahmet daha fazla beklerse atar fırçayı bize." diyerek düştük Avanos yoluna. Arabasıyla bizi bekliyordu ilçenin girişinde. Saat 14.00'te Ahmet'in evindeydik. Yol boyunca "Sakın karnınız doyurmayın!" diyen arkadaşımızın evinde yediğimiz, içini eşiyle birlikte hazırladığı pide, içtiğimiz ayran ve sonundaki ekmek kadayıfı onların konukseverliği kadar lezzetli ve tatlıydı.
Okul buluşmalarımızda arkadaşlarla söyleşirken şöyle demiştim: "Okulda, sınıfımızda birkaç samimi arkadaşımız vardı; ama yetmişli yaşlara gelen bizler gerçek arkadaşlığı şimdi yaşıyoruz. Dünyayı toz pembe görürken, taşı atıp başımızı altına tutarken arkadaşlığın değerini bu kadar bilemiyorduk."
Durur mu bizim Hayro. "Ben, Edip Akbayram'ın evine gideceğim." diye tutturdu. "Evde kimse yokmuş, dış duvarları mı seyredeceksin?" desek de can dost Mehmet Alper aldı götürdü onu. Mehmet'i de orada görmek bizim için ayrı bir mutluluktu.
Ahmet arkadaşımıza, eşi Gülhan Hanım'a teşekkür ederek ayrıldık Avanos'tan, düştük Hacıbektaş üzerinden Kırşehir yoluna. "Ankara'ya dönelim." diyen Hayro'ya çektim restimi. "Yetmiş yaşını geçen kaptanla gece yola gitmem, daha Kırşehir'deki kız kardeşimi bile görmedim. Sizlerin de kardeşleriniz, yakınlarınız burada. Haydi herkes akrabasının yanına." "Hık mık!" etse de kaptan, arkadaşlar da beni destekleyince gece yatısına kaldık akrabalarda.
Ertesi gün öğretmenevinde saat 10.30'da buluşmak üzere sözleşmiştik. O saatte de buluştuk. Orada yaşayan okul arkadaşlarımız Mehmet Ali Ekçik, Mehmet Demir ve Dede Çamsarıoğlu, Memiş Özcan geldiler, başka dostlarla da özlem giderdik.
Bu güzel yolculuğumuzun en üzücü yanı ise birlikte gittiğimiz Mehmet Var arkadaşımızın o gün, kırk altı yaşındaki amca oğlunun kalp krizinden vefat etmesiydi. Mehmet bizimle dönemedi.
Mustafa Duman'ı Lalahan'da bıraktık. "Benim tek rakibim Türk Hava Yolları" diyen sevgili kaptanımız Hayrullah Yılmaz'la döndük evimize.
Hem arkadaşlarla buluşmak, hem çocuklarımı, torunlarımı görmek hem de bu bahar ayında uzun süredir gidemediğim memleketimle özlem gidermek ayrı bir mutluluktu.
Ankara'ya arabamla değil otobüsle gitmiştim. "Birkaç gün içinde memlekete nasıl gidebilirim, uğrayacağım yerleri nasıl dolaşırım?" diye düşünürken Hayrullah arkadaşım bunu benden önce düşünmeli ki bu jesti yaptı bana.
Boşuna yazmamışım o yazıyı, "İNSANIN ARKADAŞI OLMALI" diye.
......................................................................................
Numan Kurt
8 NİSAN 2025

 

12 Mart 2025 Çarşamba

BİR ÖYKÜ, BİR FIKRA




 Öykü Aziz Nesin'den, fıkra Nasrettin Hoca'dan. Öykü de fıkra da ders veriyor bizlere. Güldürmekten çok düşündürüyor ikisi de.

Aziz Nesin öyküsü "Tehlike geliyor, uyumayın!" diyor.
Ben, hem öyküyü hem de fıkrayı özünü bozmadan kendi dizelerimle anlatmaya çalıştım.
BİR EŞEK ÖYKÜSÜ
Yaşlı bir eşek kırlarda hem otları yer
Hem de eşekçe sesiyle türkü söylermiş
Böyle mutlu, neşeli kuyruk sallayıp dolaşırken
Burnuna tuhaf, kötü bir koku gelmiş
"Bu kurt kokusu!" demiş kendi kendine
Şöyle burnunu dikmiş havaya
"Yok canım, bu kurt kokusu olamaz!" demiş
Yine başlamış keyifle otlamaya
O kendisini böyle böyle avutsa da
Koku giderek yaklaşmış
Bizim karakaçanı bir korku sarmış
"Ulu Tanrı'm kurtsa da kurt olmasın ne olur
Umarım kurt değildir, ben boşuna korkuyorum
Ne budalayım ben!"
Diye söylenip saçmalamış
Yaban kedisi bu kurt değil!" derken
Bir yandan da yağlamış tabanları kaçmış
Korkuyla başını çevirip arkasına bakınca ne görsün
Kurdun gözleri ışıl ışıl yanıyor
Bizim koca eşek yine de
"Vallahi kurt değil, billahi kurt değil
Allah belamı versin ki kurt değil!" diye bağırıyormuş
Durur mu azgın kurt, ısırmış sağrısını
Budundan bir parça koparmış
Can acısıyla yere yıkılan eşeğin dili tutulmuş
Bildiği eşekçeyi de unutmuş
Kurt, boynuna, gerdanına saldırınca
Her yanından akan kan sel olmuş
İşte o zaman tanımış bizim eşek kurdu
"Aaa kurtmuş! Aaa kurtmuş!
Aaai o imiş! Aaai o imiş!" der
Konuşmayı şaşırıp eşekçe bağırır, anırırmış
***
İşte böyle, koca eşek; tehlike kuyruğunu altına gelene kendini avutup kandırmasaydı, kurda av olmayacaktı.
...................................................................
HOCA BAĞA GİRMİŞ
(Nasrettin Hoca'dan günümüze)
Bilmeyeniniz var mı bizim Hoca Nasrettin'i
Fıkralarıyla hem ders verir hem de güldürür bizi
Duymuşsunuzdur bir halk türküsü var
İlk dizeleri şöyle başlar
"Seherde bir bağa girdim
Ne bağ duydu ne bağbancı
El sundum güllerin derdim
Ne bağ duydu ne bağbancı"
***
Nasrettin Hoca da girmiş bir bağa
Niyeti gül dermek değil
Bir de merdiven var yanında
"Ne işi var bu merdivenin bağda?" derseniz
Meyveleri toplamak için
Onunla çıkacak ağaçlara
Bağa girmiş, tam toplayacak meyveleri
"Bire adam neylersin burada?" diyen bağ sahibinin sesi
Bizimki her olumsuz işe bir kılıf bulur ya
Hemen başının üstüne almış merdiveni
"Ne etsem gerek, görmez misin, merdiven satarım." demiş adama
Adam şaşkın şaşkın bakmış Hoca'ya
"Behey Hoca, burası merdiven pazarı değildir
Senin bu yaptığın ne iştir?"
Hoca durur mu, cevap hemen hazır
Bu soruya da ne cevap yakıştırmış bakalım
"Behey cahil, sen ne halt edersin
Merdiven benim değil mi, istediğim yerde satarım."
***
Freni patlamış kamyon gibi bu güzelim memleket.
Öyle bir duruma geldik ki değerli dostlar, bozulmadık ne kaldı?
Zam zam zam, fiyatlar füze gibi. Dar gelirli geçinemiyor. Gençler işsiz, gelecekten umutları yok.
Kadın, çocuk cinayetleri, tacizler, sokaklarda çeteler, saymakla bitmez sorunlar, bir de ülkesinden kaçan mülteciler ve inanılmaz olanı da can kurtarması gerekenlerin para için canlarına kıydıkları bebekler...
Bunların içerik olarak yukarıda anlattığım Nasrettin Hoca fıkrası ile ilgisi yok; ama bakın bu fıkradaki kılıf uydurma ile, çark etmekle ilgisi var?
Bunca sorunu çözmek yerine adamlar taktı anayasaya. Biri çıktı ilk dört maddenin değişmesini istedi, "Anlatamadım ahmaklara!" dedi. Hakkında bir tek işlem yok. O her grup toplantısında bağıran çağıranlar da lafla geçiştirdi işi. Bu ne ki, geçmişte "Asmak için ip mi yok! Al sana ip!" diyenler şimdi terörist başını meclise çağırıyor. Diğeri çıktı millet, devlet kavramlarını ters çevirip "Devletin milleti olmaz, milletin devleti olur." diyerek üçüncü maddenin değişmesi gerektiğini söyledi.
Haydi bu adamlar kendi köhne zihniyetlerine hizmet ediyorlar, İstanbul Barosu'na başkan seçilene ne demeli? Efendim bu maddeler olumlu yönden değişebilirmiş. "Olumlu yön" dediği ne ise anlamadık. Sonra da başlıyorlar "Efendim yanlış anlaşıldı, algı yaratıyorlar..." kıvırtmaları.
Önce böyle kuru sıkı atıyorlar, sonra "Efendim algı yaratılıyor, ben öyle demek istemedim, falan filan. Aslında bal gibi öyle demek istedin. Nasrettin Hoca'nın "Merdiven satıyorum." kılıfı, kıvırtması bunlarınkinden çok daha dürüst.
Hangi kılıfı uydurursanız uydurun, düşünceniz, niyetiniz biliniyor; ama Mustafa Kemal Atatürk düşüncesi, sevgisi öyle kök saldı ki bu ülkede, başaramayacaksınız.
.....................................................
Öykü ve fıkradan uyarlayan:
Numan Kurt
25 Ekim 2024

2 Mart 2025 Pazar

NEŞE KAYNAĞIM İKİ ARKADAŞ


  




"Ülkenin dumanı tepesinden çıkıyor
Sen ne ile uğraşıyorsun arkadaş?"
Böyle diyenler, böyle düşünenler olabilir
Ben de derim ki onlara
"Arkadaş, ben bir garip emekliyim
Ne yazayım dostlarım ne edeyim
Yazdıklarımla kimi, neyi etkilerim
Kağıt üzerinde kalır anlattıklarım"
Çok zaman geçmedi aradan
Unuttunuz mu yıllarca özgürlüğü elinden alınanları
Suçlu olsalar bir sözümüz yok
Ama kimi onlarca yıl, kimi müebbet aldı
Sonunda ne mi oldu
Hepsi birkaç yıl suçsuz yere yattıktan sonra
Anlaşıldı tezgah, akıllarda bir "pardon" kaldı
Ben de vazgeçtim, bana göre olumsuzlukları eleştirmekten
"Her şey çok güzel olacak!" desem bir dert
"Her şey kötüye gidiyor!" desem ayrı dert
Bedri Rahmi söyleyişiyle
"Herifçioğlu koy vermiş Sen Mişel'de sakalı
Neylesin bizim köyü, Mahmut Makal'ı" dedim
Çok üzülsem de hal ve gidişe
"Havada bulut, sen bunları unut" diyerek
Yazdım, yüzlerine bakınca gülümsediğim iki arkadaşı
Soy adları aynı olsa da yok akrabalıkları
Kim mi bunlar, biri Hayrullah biri Ali
***
Kara kalem çizime başladığımda
İlk kez Ali’nin resmini çizmiştim
Görenler hatırlar
Bir fotoğrafta yandan görünce profilini
“Dayanamam, bu burnun deseni çizilir.” demiştim
Ama yılların verdiği tembellikle
İşlek değildi kara kalem ve elim
Anlayacağınız o ilk portrenin çiziminden pek de mutlu değildim
Çıkınca karşıma Ali’nin başka bir fotoğrafı
Dedi ki bana kara kalem
“Bu adamın resmini bir kere daha çizelim.”
Eğer dayak yersem bir gün
Güçlerinin yettiğini bilseler
İki güzel adam dövecek beni
Biri Hayrullah biri de Ali
Anlattım yazılarımda Hayrullah’ın marifetlerini
Bırakın eşinin, çocuklarının, arkadaşlarının okumasını
Köşe yazısı olarak bastı Kırşehir Çınar gazetesi
Her görüşte der ki bana Hayrullah
“Anaaa, oğlum rezil ettin beni!”
Ben de ona derim ki
"Ne rezil etmesi kardeşim
Seni merak edip tanışmak isteyenler bile var
Tam tersine, ünlü ettim seni"
Ali mi
Onun maceralarını yazmasam da
Uğraştım o güzel burnuyla
Hani Yeşilçam’da Sami Hazinses diye bir sevimli adam vardı ya
Görünce Ali’yi
Hep o komik adamın biraz uzunu gelir aklıma
Siz de bakın şu resme
Her ne kadar sekiz köşeli olmasa da
Çok yakışmamış mı şapka
Ne zaman bir araya gelsek buluşmalarda
Oturağı yol bizim Ali'nin
Dolaşır ortalıkta
Bor-Bahçeli'de, memleketinde yaşar
Hayrullah ve Necdet'le onu ziyaretimizde
Saygıdeğer eşiyle donattığı
Ballı, börekli, üzümlü, köftürlü masa hep aklımızda
Ne yapalım
Mutluluk duymasak da gidişattan
Yazlarımın, çizimlerimin gülümseten kişileri oldular
Bu iki güzel adam
Ara sıra da gülümseyelim
Can arkadaşlarıma; Ali’ye, Hayrullah’a ve de hepsine
Sevgimizi gönderelim
"Güzel ülkemin üzerindeki kara bulutlar dağılsın!" diyerek
Umutları hiç yitirmeyelim
 ..............................................................
Numan Kurt
2 Mart 2025


28 Şubat 2025 Cuma

NASRETTİN HOCA'DAN ...




 "YA AYVA GÖTÜRSEYDİM !"

(Nasrettin Hoca'dan günümüze)
Bir gün yolda giderken bizim Hoca
Rastlar karşıdan gelen bir tanıdığına
Karşılıklı selamlaşmadan, hal hatır konuşmasından sonra
Arkadaşı sorar Hoca'ya
"Hoca'm nereye gidiyorsun
Belli ki biraz telaşlı görünüyorsun"
"Bey'e uğrayamadım çoktandır, ona giderim
Hem halini hatırını sorar hem de bu ayvaları hediye ederim"
"Aman Hoca'm," der komşusu, "şimdi ayvanın mevsimi mi?
Bu zamanda taze incir olur, ayva yerine götür inciri"
Aklına yatar komşusunun dedikleri
Ayvayı bırakır, gider alır bir sepet inciri
Nereden bilsin garibim incirin bayatlayıp ekşidiğini
Varır Bey'in huzuruna
Sepetteki incirleri sunar ona
Bey, sepetteki ilk incirin tadına bakınca
Yüzü allak bullak olur
Ekşitir yüzünü, çağırır Hoca'yı yanına
İncirleri tek tek alır, vurur bizimkinin kafasına
İncirler kafasında ezildikçe Hoca'nın
"Yarabbi şükür!" demektedir
Üzülmek bir yana keyfi son derece yerindedir
Bitince incirlerin Hoca'nın kafasında tek tek ezilmesi
Şaşırır Bey, sorar
"Bre Hoca, incirler paralandıkça kafanda
Sen şükredersin, bu da neyin nesi?"
Hoca rahat, neşeli
"Aman Bey'im ben nasıl şükretmeyeyim
Önce ayva almıştım size getirmek için
Yolda bir tanıdığa rastladım
'Şimdi incir mevsimidir, incir götür.' dedi
İşte onun sözüyle incir aldım
Benim halim ne olurdu bir sepet ayva getirseydim?"
***
Emekliler, asgari ücretliler, işsizler
Sesiniz pek çıkmıyor, şimdilik incir ezilirken kafanızda
Belki kendinize gelirsiniz
Başınıza yağmaya başlayınca ayva
.....................................................................
ÖRDEKLER UÇUNCA
Canı sıkılınca Hoca'nın
Dere kenarına çıkar dolaşırmış
Yine dolaşırken böyle bir günde
Bakmış, yaban ördekleri oynaşıyor suyun yüzünde
Eee karnı da aç bizimkinin
Söylenmiş kendi kendine
"Şunlardan birini yakalasam da yesem." demiş dereye koşmuş
Hoca koşar da ördekler durur mu
Hepsi birden havalanıp uçmuş
Uçup gidenlere Hoca ne yapsın
Şu uzun günde aç mı kalsın
Çıkarmış heybesinden somunu
Derenin suyuna banıp banıp yemeye başlamış
Oralarda dolaşan kır bekçisi bakmış Hoca'ya
Bir anlam verememiş yaptıklarına
"Sen ne yapıyorsun Hoca'm?" demiş
Nasrettin Hoca'nın cevabı her zamanki gibi hazır
"Ne yapayım. tutamadım ördeği
Ben de ekmeği tiridine banıyorum" diye söylenmiş
***
İşte böyle, hakça paylaşımın olmadığı yerde
Kimi kızartarak yer ördeği
Kimi de suya banar kuru ekmeği
..........................................................
Numan Kurt
1 Mart 2025

8 Şubat 2025 Cumartesi

"KALPTEN KALBE BİR YOL VARDIR GÖRÜLMEZ"






  "Dağlar taşlar dümdüz olsa ne çıkar

Gidecek bir yönün yoksa arkadaş"

"Yok öyle bir dünya!" dedi biri
"Olmalı." dedi diğeri
"Olmalı ki anlaşılsın yaşamanın değeri"
Dostluk, arkadaşlık ille de yan yana diz dize olmak değildir. Birbirinize uzak da olsanız güzel arkadaşlıklar kurabilirsiniz. “Dostluk iki yürek arasında akan bir nehir gibidir.” sözü bunu anlatır. Yeter ki siz o nehri kurutmayın, her zaman kalpten kalbe aksın. O nehir zaman içinde gittiği yeri, geldiği yeri temizler. Gerçek arkadaşlığın, dostluğun değerini onu yitirince anlarsınız. Sağlık gibi, sevdikleriniz gibi.
Benim de okul, meslek arkadaşlıklarımın dışında yazdığım yazılar, çizdiğim kara kalem portreler aracılığıyla sanal ortamda güzel arkadaşlıklarım oldu. Tek dileğim yaşadığım süre içinde bir gün onlarla buluşup görüşebilmek.
“Ortak olmak her sevince, her derde, kedere
Ve yürümek ömür boyu, beraberce, el ele
Olmasın hiç o ta içten gülen gözlerde yaş
Yollarımız ayrılsa bile seninle arkadaş “
Bu dizeler Melike Demirağ'ın uzun yıllar önce söylediği “Arkadaş” şarkısının sözlerinden bir bölüm. Çıkara dayanmayan arkadaşlıklarda keder de sevinç de, mutluluk da ortaktır. Bir gün yollarımız ayrılsa bile olumsuzluklar yaşamasını istemediğimiz kişidir arkadaş.
İnsan yaşlandıkça hele bizim gibi yetmiş yaşını geçince değeri geçen zamana koşut olarak daha da değerleniyor arkadaşlığın. Ankara'ya döndüğümde çocuklarla, torunlarla özlem giderdikten sonra ilk işim arkadaşlarla buluşmak olur. Çok nadir olarak hayal kırıklıkları yaşasam da genellikle gittiğim yerlerde geçmişteki arkadaşlarımı bulurum. Onlarla söyleşmek hoşuma gider, rahatlatır beni.
Okul, öğretmenlik anılarından tutun ülkenin içinde bulunduğu duruma kadar her konuda söyleşiriz. Yaşadığımız yerlerden, “memleket ahvali”nden söz ederiz. Bazılarına göre, özellikle yönetenlere göre ülke uçuyor; ama biz hiç de iyimser değiliz. İşsizlik almış yürümüş, esnaf batakta, öğrenci gerçek eğitimden uzak, emekli darda. Söyleşirken bir arkadaşım dedi ki:” Şimdiye dek hep umutlu oldum; ama artık gelecek konusunda umudumu yitiriyorum.” Kendine göre haklı gerekçeleri vardı.
İşin özü, konu ne olursa olsun ben arkadaş buluşmalarını, söyleşilerini seviyorum. Hayrullah'ın kendi elleriyle demlediği çayı içerken ya da tahinli pekmezini yerken sohbet de onlar kadar tatlıdır.
***
Dilimizde "-daş" ekinin türettiği güzel sözcükler vardır.
"Ortaklık, aitlik, eşlik, bağlılık " anlamları verir bu ek sonuna geldiği sözcüğe. "Arkadaş" sözcüğü de böyle türemiştir. "Arka" burada "eşlik eden, kollayan" anlamlarına gelir.
Ben de bugün "arkadaşlık"tan ve arkadaşlarımdan söz etmek istedim.
***
"Uyarıların ciddiye alınmadığını büyük bir kaygıyla izliyorum. Genç insanların karşısında bunu söylemekten utanç duyuyorum; ama dünya iyiye gitmiyor işte. O konuda çok umutsuzum. İnsanların birbirini yok etmek üzere programlandığını düşünüyorum. İnanılmaz bencilleşiyor ve zalimleşiyor insanlık.”
Bu sözleri tırnak içinde yazdım. Bana ait olan sözler değil. Ünlü bir yazarın sözleri. Kendisiyle bir gazetede yapılan söyleşide söylemiş Selim İleri bu sözleri. Alıntı yaptığımda kesinlikle belirtirim.
Çok sayıda öykü, roman, deneme, senaryo yazan, “yazmak” gibi bir uğraşısı olan yazarımız da isyan noktasında.
Yazıma neden böyle alıntı yaptım? Yaşadık hepimiz, bu “pandemi” diye adlandırılan salgın, ona yakalanmaktan çok bizi bunalımlara sokarak götürme psikolojisine soktu bu dünyadan. Yine de “Dayan bre! Umut tükenmez!” diyerek avuttuk kendimizi. İzleyen arkadaşlarım bilirler, bir emekli uğraşısı olarak “yazma, çizme” gibi evde yapabileceğim etkinliklerle bu bıkmışlığı en aza indirmeye çalıştım..
Yazarımız Selim İleri; “İnsanların birbirini yok etmek üzere programlandığını düşünüyorum. İnanılmaz bencilleşiyor ve zalimleşiyor insanlık.” diyor. Haklı yönleri çok. En basitinden birbirimizi dinlemeye, trafikte bile kurallara uyup yol almaya tahammülümüz kalmamış. Kavga hemen hazır. Daha bu bencilleşmeye, zalimleşmeye çok örnek verebiliriz.
Pek çok yönden yazarımıza katılsam da şunu da belirtmeliyim ki insanlık o kadar da ölmemiş. Zor günler bize arkadaşlığın ne denli önemli olduğunu anlatıyor zaman zaman. Şu anda iki üç arkadaşla aralıklı oturup söyleşmek bile büyük mutluluk oldu bizim için.
Daha önce arkadaşlarımla, elli yıl sonra buluşup özlem giderdiğim arkadaşlarımla ilgili bir yazı yazmıştım. Ayrıca öğretmen okulundan aynı yıl mezun olduğumuz devre arkadaşlarımızla gerçekleştirdiğimiz buluşmaları da birkaç yazımda anlatmıştım.
İki gün önce kara kalem resmini çizdiğim yetmiş beş okul arkadaşımızın bu resimlerini ekleyerek yaptığım paylaşımın altına bir arkadaşım yorum yazmış. Anlam olarak diyor ki: “Bu bizleri mutlu eden, yaşamımızın içindeki güzelliklerden biri oldu."
"Dostum varsa sözümü şiire sayarlar, beni şaire
Dostum var, öyleyse ölebilirim bile!"
Haydar Ergülen
***
On yıl önce biri karşıma çıkıp şöyle deseydi bana:
-Yakın zamanda öğretmen okulundaki dönem arkadaşlarının kara kalemle portrelerini çizeceksin. Onları çizgilerle kağıda aktaracak, onlarla iletişim kuracaksın; göçüp gidenleri de çizgilerde yaşatacaksın."
-Haydi oradan be! Yakın çevremde yaşayan birkaç arkadaştan başka elli yıla yakın zamandır hiçbirini görmem, bilmem. Kim hayatta kim değil, yaşayanlar neredeler? Seninki de laf mı?"
-Öyle deme, bilim, teknik koşar adım ilerliyor. Bu sanal ortamda gün gelecek çoğunuz birbirinizi bulacaksınız. Okul yıllarını özlemle anacak, birer dede, babaanne, anneanne olarak tatlı söyleşileriniz olacak. Bırakın sınıftakilerle arkadaşlığınızın tazelenmesini, okuldan hatırladığınız, hatırlamadığınız diğer dönem arkadaşlarınızla da güzel dostluklarınız, paylaşımlarınız oluşacak."
İşte bu saydıklarım ve daha pek çok mutluluk olayı gerçekleşti. Bu işe gönül veren arkadaşlarımızın özverili çabalarıyla birkaç buluşmayı gerçekleştirdik. Sevgili arkadaşlarımızdan Öner Pehlivan öncülük etti, başlattı, Ahmet Özbek sürdürüyor buluşma organizasyonlarını.
Ben buluşmaları, ziyaretleri severim, nedense büyük mutluluk verir bana. Katıldığım Kırşehir, Antalya ve Dikili buluşmalarının öykülerini, yaşadığım mutlulukları her buluşma sonunda yazdım, o birkaç gün süren özlem gidermelerin öykülerini ayrıntılarıyla anlattım.
Dedim ki bir gün kendime, "Katıldığın her buluşmanın öyküsünü yazıyorsun, otur bir gün sanal ortamda ulaşabildiğin bütün dönem arkadaşlarının kara kalem resmini yap!"
"Çizmekle biter mi?" demeden bu keyifli uğraşa başladım. Fotoğrafına ulaştığım yetmiş sekiz arkadaşımı resimledim.
Kalemim bu arkadaş portrelerini çizerken ben o arkadaşımla eğer varsa geçmişteki yaşadıklarımı anımsadım. "Kendimi gösterme" duygusundan uzak, zaten böyle bir duyguyu taşıyacağım yaşı da geçtim, yalnız sevgili arkadaşlarıma kavuşmanın mutluluğuyla yazdım, çizdim onları.
***
"Arkadaşlık duygusu belki de aşk duygusunun daha da üzerinde bir duygudur.”
“Eğer arkadaşın uzak bir yere giderse, o uzak yer senin yakınına gelir!”
“Arkadaşlık bir roman gibidir. Yazmak için senelerini verirsin, yakmak için ise bir iki dakika yeterlidir.”
Şu son sözde belirtildiği gibi arkadaşlığı, dostluğu kurabilmek zaman ister; ama yıkmak çok kısa sürer. "Dönem arkadaşlığı" özüyle kurulan, oluşturulan sanal ortam gruplarında arkadaşlarımızın, hele elli yıl sonra birbirlerini bulmuş arkadaşlarımızın "ayrı görüşler" nedeniyle tartışmaları doğaldır. Koyun sürüsü müyüz biz? Elbette ayrı ya da aynı siyasi görüşlerimiz, hayat felsefemiz olacaktır. Bunu yaparken kırıcı, itham edici olmak ne kadar anlamsız. Yetmişinden sonra gençlik yıllarımızın sloganlarını atmakla kimsenin düşüncesini değiştiremeyiz. Bizler yaştaşız, herkesin kendine göre bir birikimi var. Benim haddime düşmez bir arkadaşıma "Şöyle yapın, böyle yapın, yaptığınız doğru değil!" diye uyarıcı pozlarına girmek. Yazdıklarım sadece arkadaşlığımızın, dostluğumuzun bozulmamasıdır. "Bir görüşün, hayat felsefen var mı?" diye sorarsanız ben de şöyle derim. "Ben özünde akılcılığı, bilimden, çağdaşlıktan yana olmayı taşıyan Mustafa Kemal Atatürk yolundayım. Hayat felsefem ise gününü değerlendir, insanları sev, arkadaşlık ilişkini eften püften şeyler için bitirme!" Hayat felsefesini çok daha genişletirim; ama yazı uzar gider.
Çok severim yazımın anlamını uygun şiirleri yazılarıma eklemeyi. Bakın ne diyor Bedri Rahmi Eyüboğlu:
Dostluk dediğin güzel bir kitap
Hava gibi
Su gibi
Ekmek gibi
Vazgeçilmez bir tat
Sonuna kadar dayanmak şart
Dostluk dediğin eşsiz bir kitap
Sevmediğin sayfaları varsa atla
Sayfayı kökünden yırtmak şart mı
***
Benim de içimden geldi şu dizeler:
ARKADAŞLARIMA
Okul, dönem, sınıf arkadaşlarıydık
Taşa atıp başımıza altına tuttuğumuz yıllardı
Çoğumuz yatılıydık
Aradan elli yıl geçti
O zamanlar da vardı arkadaşlığımız ama
Yaşımız gelmişken yetmişin ortalarına
Belki çoğumuz birbirimizi yeni tanıdık
Arkadaşlığın, dostluğun farkına vardık
İyi kötü, şöyle ya da böyle
İddiasız, içimden gelerek, amatörce
Çizdim kara kalem resimlerini
Geçip giderken şu bitimli dünyada
Geç de olsa bulduğum arkadaşlarıma
Bir hatıra kalsın dedim
Bu yolla gönderdim onlara
Sevgilerimi
...............................................................................
Numan Kurt
9 Şubat 2025

27 Ocak 2025 Pazartesi

DİLİNİ GÜZEL KULLAN, SÖZÜNÜ BİL DE KONUŞ





 "Genellikle hatalarımızın hesabını tutmak, başarılarımızla övünmekten daha kârlıdır."

Thomas Cariyle
"İnsan oğlu çeşit çeşit
Beş parmağın beşi bir mi”
Kimi konuşur durmadan
Konuştukları doldurmaz incir çekirdeğini
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olur
O da bilmez neyi anlatmak istediğini
Kimi anlatır birkaç cümleyle işin özünü
Ölçer biçer
Öyle söyler sözünü
Önemli olan haddini bilmektir
Bilgiyi, sevgiyi, hoş görüyü sözle yoğurup
Tatlı dille anlatabilmektir
Pazar günleri aldığım iki gazetenin “PAZAR” eklerini okurum. Gazeteleri almamın nedeni de o eklerdir. Yoksa gazeteler internetten de okunuyor. Geçtiğimiz pazar günü bu eklerin birinde Çinli sanatçı Ai Weiwei’nin İstanbul’da açtığı porselen sergisinden ve bu sanatçıdan söz eden bir yazı, daha doğrusu röportaj vardı. Porselen derken bu muhalif sanatçı porselen yapmıyor. Porselen üzerinde çeşitli eserler oluşturuyor. Burada anlatmak istediğim o sergi değil. Yazıyı okurken sanatçının bir sözü dikkatimi çekti. Şöyle diyordu Ai Weiwei: “Kendini ifade etmek için bir sebebe ihtiyacın var; ama kendini ifade etmen işte o sebeptir.”
Her insan bir yolla kendisini ifade etmek ister. Bunu söz, yazı veya davranışlarıyla anlatabiliyorsa bundan da ayrı bir mutluluk duyar. İnsanlara olumsuz gözle bakan, kusur arayan biri değilim. Yaşımın da verdiği deneyimle kusursuz insan olmayacağı, herkesin hata yapabileceği anlayışına sahibim. Bunu yazarken şunu da belirtmek isterim. Yaşadığımız toplumda hep ön planda olmak, bulunduğu ortamda bir yolla dikkat çekip kendini göstermek isteyen insanlar da tanıyoruz. Bu öne çıkmayı, dikkat çekmeyi yetenekleriyle, bilgisiyle başarabiliyorsa diyecek lafımız yok. Böyle değil de “Her şeye maydanoz olmak” durumuna düşüp “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma”ya kalkışıyorsa gülünç duruma düşmekten öteye geçemez.
Bu tip kişiler; düğünde en iyi oynayan, cenazede en etkili ağıt yakan, sohbetlerde lafı kimseye düşürmeyen, her şeyin ucundan kıyısından yalan yanlış bilgisi olan kişilerdir; ama foyaları da kısa zamanda ortaya çıkar. Lider, önder olmak bir takım meziyetler ister. Yoksa o özelliklerin, niye uğraşırsın ki... Kendini olduğun gibi kabul et.
Ne olursa olsun bu tip insanlara da hoş görüyle bakmak gerekir. O kişiler, bu “öne çıkma, kendini gösterme” davranışlarını sonunda güç duruma düşeceklerini bilseler de isteyerek yapmıyorlar. Hani derler ya “Can çıkmayınca huy çıkmaz.” diye.
Otuz beş yıl değişik seviyelerdeki sınıflarda konuştum; ama öz eleştiri yapacak olursam sınıftaki o konuşmalarımı bir topluluğun önünde elimde yazılı kağıt olmadan yapamam. Kısa sürede azalıp geçse de bir heyecan sarar beni. Yazmayı sevdiğim kadar sevemedim, beceremedim nutuk atmayı. İşin doğrusu bu. Oysa bir arkadaşla, dostla ya da arkadaş grubuyla söyleşmek çok hoşuma gider.
Yazımın başında Çinli sanatçının sözünü yazdım. Okuyanlar anlamıştır o sözün ne demek istediğini. Ben de kendimi bu yazılarla ifade etmeye çalışıyorum. Sanal ortamda, facebook paylaşım sitesinde de pek çok insan “kendini ifade etmek” amacıyla değişik sözler, yazılar, fotoğraflar, videolar paylaşıyorlar. Kimi özlü sözlerle, kimi ders verici hikâyelerle, kimi din içerikli söz ve yazılarla, kimi iktidarı destekleyici ya da eleştiren siyasi mesajlarla, kimi ilginç videolarla…
Kendimizi değişik yöntemlerle, becerilerimiz ölçüsünde ifade etmeye çalışırken bence önemli olan insan olmanın erdemlerinden uzaklaşmamamız gerekir.
Ortaokul Türkçe kitaplarında “ÖVÜLMEK” diye bir okuma parçası vardı. Nurullah Ataç bu yazısında övülmenin her insan için bir ihtiyaç olduğunu; ama bu ihtiyacın kendimizi övmekle değil de başkalarının bizi hak ettiğimiz ölçüde övmeleriyle karşılanabileceğini anlatıyordu. Doğrusu da bu, bırakalım “Ben şuyum, ben buyum; şöyle yaparım, böyle yaparım…” demeyi, yaptıklarınızla diğer insanlar övsün sizi.
Ne diyeyim, o sanatçının dediği gibi kendini anlatmak için başka sebep aramaya ne gerek var, kendini anlatmak ihtiyacı buna bir sebeptir zaten. Ben de o sözü okuyunca bunlar geldi aklıma, geldiği gibi de yazdım.
***
Yazılarımda zaman zaman güzel dilimiz Türkçenin kullanımında yapılan yazım- noktalama yanlışlarını eleştiriyorum. Özellikle bu konunun yıllarca öğreticiliğini yapan eğitimci arkadaşlarım belki de bunu hoş görmüyorlar. Oysa amacım ne eksik, yanlış bulmak ne de yanlışları yüze vurmaktır. İnternet, ufacık telefonlara da girince bu yanlış kullanımlar öyle çoğaldı ki… “Yahu, ne yapayım telefonda bu kadar yazılabiliyor. Önemli olan yazdığımın anlaşılması değil midir?” diye düşünenlere şunu demek isterim. Dil, bir ulusun en önemli unsurudur, temel direğidir.
Bunları yazarken üç gün önce bir paylaşımda gördüm. Eski Başbakan, sonra belediye başkanı adayı (Nasıl bir uygulamaysa bu?) okulların kapandığı bir günde bir sınıfa giriyor ve tahtaya şunları yazıyor. Cümleleri değiştirmeden yazıyorum: “ Sevğili Ogrenciler Başarılar ve İYİ TATİLLER”…İnanın yazılanları hiç değiştirmedim. Sonra yanındakilerin çekine çekine yaptıkları uyarılarla bazı noktaları yerine koyuyor. Büyük harfle, küçük harfle yazılmış hiç önemli değil. Bu yazı karşısında sınıftaki öğrenciler ne düşündü bilmiyorum; ama orada hazır bulunanlar epey terledi sanıyorum. Ülkemin başbakanı konuştuğu dilin yazımında dikkatli değilse başkalarına ne diyebiliriz?
***
O, rezilliği ayyuka çıkan evlenme programlarını kaldırdılar ya, şimdi pek çok TV kanalında anayı-babayı bulma, katili bulma, küskünleri barıştırma programları başladı. Sanki bu ülkede polis, jandarma, yargıç, savcı yok. Artık böyle olayları yaşarsanız sakın polise, yargıya gitmeyin(!). O kanallar sorununuzu çözer. Barışık aileleri birbirine düşürür. Ne kadar kavga ederlerse ekranlarda seyredilme oranı da o kadar artacaktır. Zaten küfürden, kaba sözden, anlatılanların yarısı biplendiği için olanı biteni anlamak da biraz zor.
"Memleketimden insan manzaraları"nı bu programlarda öyle net görüyoruz ki...
Eğitimi, öğretimi; bilimsellikten, akılcılıktan hızla uzaklaşan, etrafında pek dost komşusu kalmayan, toplumun giderek ayrıştığı güzel ülkemde umarım gelecek daha aydınlık olur.
................................................................................................
Numan Kurt

BENİMKİ BAŞKA MASA

  Günler devrilip gidiyor birbiri ardına. Zamanı durdurmak olası mı? Çalışma yıllarımda her ne kadar makam masalarına pek hevesim olmasa da ...