Doğasıyla, iklimiyle, taşı toprağı, ormanıyla, tarihi eserleri, üç yanında deniziyle eşi bulunmaz güzel bir ülkede yaşıyoruz. Bu saydıklarıma kimsenin itirazı yok; ama ülkeyi baştan aşağı bir utanmazlık, bir aymazlık sarmış ki akıl alır gibi değil. Azınlığa düşen eğitimli, dürüst, kibar insanları bir kenara alsak da çoğunluk, yukarıda güzelliklerini saydığım bu ülkeye yakışmıyor.
Yurdumun insanı, diğer başıbozuk ülkelerden kaçanların yanında ses çıkaramaz oldu. Devlet olanaklarından onlar kadar yararlanamıyor. Onların çoğunda da utanmazlık sınırsız. Uygarlığın değer ölçülerinden nasibini almayanlar kapağı atmışlar ülkemize.
Ülkedeki olumsuzlukları sokak röportajında dile getiren genç kadın tutuklu kalırken kara para aklayan şarlatan serbest bırakılıyor.
***
İsveç doğumlu, üç Oskar ödüllü sinema sanatçısı İngrid Bergman'la ilgili bir paylaşımı görünce "utanmak-utanmazlık" üzerine düşüncelerimi yazmak istedim. Daha önceleri yazdığım bir anım da bu konuyla örtüştüğü için o yazıyı da bu konuya ekledim.
İngrid Bergman'a sormuşlar; "Gidişat çok kötü, dünya nasıl kurtulacak?"
"Utanç demiş Bergman, dünyayı bir tek utanan insanlar kurtarabilir.
Çünkü utanmak 'kibir' denilen en büyük günahın panzehiridir.
Yalanın, iftiranın, hırsızlığın, pişkinliğin, arsızlığın önündeki en büyük engeldir.
Başını öne eğebilen, yüzü kızaran, özür dileyebilen insanları görmeye ihtiyacımız var..."
Bir bakıyorsunuz daha önce birbirlerine ateş püsküren insanlar bugün sarmaş dolaşlar ve o zaman söylediklerinin tam tersini söyleyebiliyorlar.
***
Ben bu utanırlık, utanmazlık üzerine çocukken yaşadığım bir olayı yazmıştım. Bu anımı da uzak yakın bir örnek de olsa yazıma ekliyorum.
***
O bağlık bahçelik köyü hiç unutmadım. Bahçelerinde havuzlarıyla, bağlarında tadından yenmez parmak ve siyah üzümüyle, güzel insanlarıyla aklımda, özlemimde kaldı o köy. Kendi köyüm değildi. Ağabeyimin öğretmen olarak atandığı köydü Akçataş.
Yıllar, uzun yıllar sonra emekli arkadaşlarla bir masada çaylarımızı yudumlayıp söyleşirken o köyden arkadaşım Atila'ya sordum:
-Şimdi ne durumda köyünüz, sen her yaz gidiyorsun.
-Ohoo, o köy nerede kaldı şimdi? Çeşmeleri kurudu, bağları, bahçeleri bakımsız, köylünün çoğu kentlere göçtü.
-Üzüldüm, geçen yıllar içinde bir kez olsun gitmek isterdim köyünüze; ama olmadı.
-Yine de gel, benim köyde olduğum bir gün atla arabaya gel. Hanesini şenlendirenler, bahçesini yeşertenler az da olsa var.
-Birkaç yıl önce çocukluk arkadaşım, okula komşu Ali dayının torunu Sait'i ziyaret edecektim köyde, o da o gün Hacıbektaş pazarına gelmiş, orada buluştuk. Kısa süre sonra da öldüğünü duydum, üzüldüm.
***
-Atila!
-Efendim!
-Ne oldu sana bugün, hiç durmayan çenen bugün çok işlemiyor.
-Pek tadım yok, hastayım, her yanım ağrıyor.
-Sen hasta olmaktan çok hastalık hastasısın. Şurada okey oynarken yanımıza gelip oturduğunda hastalıktan başka sözün yok.
-Yaşlandık gayrı, başka lafımız mı kaldı?
-Ohoo, konuşacak olunca neler neler var. Gelip şurada biz emeklilerin de moralini bozuyorsun.
-İyi, iyi bundan sonra anlatmam.
-Bak sana ne diyeceğim, sen sormuk şekeri bilir misin?
-Lafa bak! Bilmem mi? Çocukluğumuzun bayram şekeri. Ağzına atınca emerek, sorarak yiyeceksin. Hemen çiğneyip yemeyeceksin.
-İşte onun için de adı sormuk şekeri ya. Serttir, parlaktır, ışılar. Sana bugün bir “sormuk şekeri öyküsü” anlatacağım. Sen de bu öykü üzerine yorum yapacaksın.
-Eee, bugün de senin çenen açıldı, anlat bakalım.
***
“İlkokul beşinci sınıftaydım. Dördüncü sınıf sonuna kadar kendi köyümün ilkokulunda okudum. Beşinci sınıfa geçtiğim yıl Pazarören Öğretmen Okulu'nu bitiren ağabeyim sizin köye Akçataş (Topayın) köyüne atanmıştı. O yıl beni de yanında götürdü. Beşinci sınıfı bitirdikten sonra maddi zorluklardan dolayı ortaokula gönderilmedim, bir yıl daha kayıtsız olarak beşinci sınıfa devam ettim.
O köyde kaldığım ikinci yıl içinde bir akşam okula yakın zabıta Ali ağabeylerin evine konuk olarak gittik. Köyün insanları gerçekten konukseverdi. Evlerine akşam gezmesine de gitseniz onur duyarlar, ne varsa evlerinde ikram etmekten mutlu olurlardı.
O akşam da ağabeyim, yengem ve ben onların konuğu olduk. Bilirsiniz o zamanlar bu tür gezmelerde ilk ikram kolonya ve şekerdir. Bugünkü gibi çeşit çeşit şeker, çikolata yok. Ev sahipleri de bize bir kase içinde sormuk şeker tuttular. Canım iki üç tane almak istese de ayıp olur diye bir şeker aldım. Adı üzerinde sormuk şeker ya, ben de sora sora yiyecektim. Öyle de yaptım.
Evde, ev sahiplerinin yakını da olmayan, korumaları altına aldıkları İsmail adında biri vardı. İsmail benden sanıyorum birkaç yaş büyüktü; ama vücut olarak özürlüydü. Ufak tefek, sırtında kamburu olan İsmail; konuşması, hareketleriyle yaşına göre daha çocukça davranırdı. Şimdiki gibi evlerde koltuk, kanepe yok, somyalarda ya da sandalyelerde oturuyoruz. İsmail de benimle aynı somyada oturuyordu. O da sormuk şekerden bir tane aldı.
Büyükler sohbet ediyor, biz de İsmail'le onları dinliyorduk. Ben şekeri çoktan sormuş bitirmiştim.
Bir ara İsmail somyadan kalkıp dışarı çıktı. Baktım İsmail'in şekeri benim yanıma yuvarlanmış, somyanın üstünde duruyor. “Herhalde İsmail bu şekeri yemeyecek.” diye şekeri alıp ağzıma attım.
Biraz sonra İsmail geldi. Geldi; ama yerine oturmadan somyanın üzerine bakarak bir şeyler arıyordu. Ne aradığı da belli, sormuk şekerini arıyor..
-Benim şekerim nerede?
Hüseyin amca:
-Ne şekeri oğlum, sen yemedin mi o şekeri?
-Yok, yanımda, somyanın üzerindeydi.
-Ne oldu o zaman?
İsmail, kızgın kızgın bana bakmaya başladı. Zaten utangaç bir çocuktum. O andaki halimi düşünün. Ter bastı beni. Belli ki kıpkırmızı olmuştum. 'İsmail, herhalde yemeyecek.' diye ağzıma attığım şeker zehir zıkkım olmuştu bana. Büyük hırsızlık yapmış gibi utanmış, yerin dibine geçmiştim. Yaptığım hırsızlık falan değildi. Oysa ben suçüstü yakalanan hırsızlardan beter olmuştum.
'Şekerim, şekerim nerede?' diye durmadan bana bakan İsmail'e bir şeker daha verdiler de sesini kesti, ben de biraz rahatladım. Benim çocukça, 'O, sormuk şekeri yemeyecek.' diye düşünerek yaptığım bu davranış sanki büyük bir hırsızlıkmış gibi, suç üstü yakalanmışım gibi yerin dibine geçirmişti beni.
***
İşte böyle Atila. Bu küçük, sıradan anımı niye anlattım? Bugün deveyi hamutuyla yutanlar utanmazken, üç beş yerden maaş alanlar sıkılmazken, bugün söylediğinin yarın tam tersini savunanlar arlanmazken bir sormuk şekeri almak beni ter içinde bırakmıştı.
Hani sormuk şekerini boğazını yakan tadıyla tadını çıkararak yavaş yavaş emersin ya işte bu memleketin, bu halkın parasını da öyle emiyorlar. "Devlet malı deniz, yemeyen domuz" gibi bir olumsuz söz yalnız bizim dilimizde vardır herhalde.
Ben, somyada İsmail kalkınca yanıma düşen sormuk şekerini "Herhalde İsmail yemiyor." diye alıp ağzıma atınca çektiğim sıkıntıyı, İsmail'in yaygarasıyla düştüğüm utancı, döktüğüm teri bu sömürgenlerde göremiyorum.
Söyleşirken sözü aldı mı dinleyenlere “tık” dedirtmezdi Atila. Ben de bugün onu konuşturmamaya kararlıydım. Bakalım ne kadar dayanacaktı.
-Dinle Atila, bugün sana laf sırası getirmeyeceğim.
-Oğlum, ben konuşmadan durabilir miyim?
-Konuş bakalım, bu anlattığım anıdan ne sonuç çıkardın?
-Ne diyeyim, şimdi memleketin iliğini soranlar utansın, sen niye bir sormuk şekerini aldım diye terleyip utanıyorsun?
-Hastaymışsın ya, aslında benden de sağlamsın. Sen kendini yorma, bugün dinle. İstersen “çat” diye çatla, bugün gevezelik bende.
***
Yüz yıldan fazla bir süre geçmiş Tevfik Fikret'in "Han-ı Yağma" şiirinin yazıldığı tarihin üzerinden: Bunca zaman sonra değişen fazla bir şey yok. Utanmazlık diz boyu. Şu iki dize tüm anlatılanların özü:
"Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!"
.......................................................
Numan Kurt
16 Nisan 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder